Murat Somer

11 Mart 2024

31 Mart: 2017’nin rövanşı ve 2030’ların kuluçkası

2017’de tüm anti demokratik dezenformasyon koşullarına rağmen halkımızın yüzde 49’a yakını ‘Hayır’ diyebilmişti. İstanbulluların ise yüzde 51.35’i ‘Hayır’ demişti. 31 Mart’ta bu oranın azalmak şöyle dursun, artması gerekir

2017 referandumu Türkiye’de demokrasi-dışı bir başkanlık rejimini (resmi adıyla Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, CHS) kurumsallaştıran anti-demokratik bir oylamaydı. Bu oylamada 'Evet’i savunan iktidarın en büyük tezi şuydu: iktidarı bölmeyelim, kararları tek bir merkezde ve iradede toplayalım ki Türkiye daha iyi yönetilsin ve güçlensin.

31 Mart yerel seçimlerinde de iktidarın benzer bir tezi (daha doğrusu şantajı) söz konusu. “Yönetimi bölmeyin” diyor. “Ankara’da biz yerelde muhalefet iktidarda olursa yönetim bölünür.. İktidarsızlık olur, yatırım gelmez, hizmetler aksar,” diyor.

Siyaset bilimlerinde kuvvetler ayrımı iki boyutta ele alınır. Yasama, yürütme ve yargı arasındaki yatay kuvvetler ayrılığı. Merkezi ve yerel yönetimler arasındaki dikey kuvvetler ayrılığı. Her ikisi de demokrasilerde iyi yönetişim, denge ve denetim, ve halk iradesinin alternatifsiz kalmaması için yaşamsal önemde ve elzemdir.[1]

2017’de iktidar yatay kuvvetler ayrılığına saldırıyordu. 31 Mart 2024’de ise dikey kuvvetler ayrılığını tehdit ediyor. Merkezde ve yerelde tek irade olsun diyor.

Bu yüzden 31 Mart sadece bir yerel seçim değil. Yine siyasal rejimimizi, hangi rejim altında yaşayacağımızı oylayacağız. Herkes biliyor ki bu en çok İstanbul seçimleri için geçerli. İstanbul’da Ekrem İmamoğlu kazanırsa mevcut iktidarın ve rejimin alternatifsiz olmadığı inancı ve demokrasi umudu yaşayacak ve güçlenecek. İktidar kazanırsa bu inanç ve umut – ben hiç bir zaman öldürücü demem – ama ölümcül bir darbe alacak.

Tam da bu nedenle bana göre 2017 referandumunda tüm anti-demokratik dezenformasyon koşullarına ve baskılara rağmen Hayır diyen herkesin 31 Mart’ta da, parti tercihi ne olursa olsun, demokrasi ve halk iradesini korumak için sandığa koşarak başta Ekrem İmamoğlu ve mevcut İBB adayları olmak üzere başarılı muhalefet adaylarına destek vermesi gerekir.

Öte yandan 2017’de halka anti-demokratik koşullarda kabul ettirilen otoriter başkanlık rejimi, bugün artık açıkça görülüyor ki Türkiye için hiç de hayırlı olmadı. O zamandan beri Türkiye’de sadece demokrasi ve hukuk değil ekonomiden uluslararası ilişkilere, nitelikli dış yatırımlara ve can ve mal emniyetine kadar her şey, hızla ve yadsınamaz şekilde çok daha kötüye gitti.

Dolayısıyla 2017’deki dezenformasyon ortamında iktidarın tezlerine inanan ve CHS’ye "Evet" diyen yurtsever herkesin de yine bu seçimlerde makul muhalefet adaylarına oy vererek tek adamlaşmaya  Hayır demesi gerekir. Bunu yapmayı istemiyorsa sandığa gitmeyerek iktidara bir mesaj vermek de iktidar seçmeni için bir seçenektir.

İktidar 2017’de seçmenine söz vermişti: Kararlar çok daha hızlı ve iyi alınacaktı. Yolsuzluk, israf ve ekonomik krizler bitecekti. Yatırımlar ve milli gelir uçacaktı. Kuvvetler ayrılığı zayıflamayacak güçlenecekti.. Hangisi oldu? Hangisinin tam tersi olmadı?

Sözü eğip bükmenin gereği yok. 2017’de iyi niyetli iktidar seçmeninin önemli kesiminin türlü yalanlarla aldatıldığını düşünüyorum. Yedi yıl sonra da olsa buna Hayır demeliler diye düşünüyorum. Üstelik bunu yapmanın iktidar seçmeni için maliyeti de çok düşük. Çünkü partileri hala merkezi hükümette iktidarda kalacak. Ama merkezi iktidara kendileri için de gerekli ve ülke yararına bir uyarı yapmış olacaklar. Kaybedecekleri ise hemen hiçbir şey yok. Rant çeteleri değil sıradan vatandaş için konuşuyorum.

2017’de tüm anti demokratik dezenformasyon koşullara rağmen halkımızın yüzde 49’a yakını ‘Hayır’ diyebilmişti. İstanbulluların ise yüzde 51.35’i ‘Hayır’ demişti. 31 Mart’ta bu oranın azalmak şöyle dursun, artması gerekir.

Son Mayıs seçimlerinde muhalefetin performansından dolayı – özellikle de 28 Mayıs sonrası sergilenen ilkesiz ve özeleştirisiz tavırlar nedeniyle – ben de  muhalefete destek veren halkın önemli çoğunluğu gibi büyük üzüntü ve derin hayal kırıklığı yaşadım. Bu nedenle muhalif siyasetçilere yönelik oluşan antipatiyi ve siyasete yönelik apatiyi anlıyorum. Bunun yanında otoriter iktidara karşı mücadele ve emek verip riskler almış partililerin ve siyasetçilerin hayal kırıklıklarını da anlıyorum. Bunun sonucunda parti ve seçmenlerin kendi içlerine dönmesine saygı duyuyorum. Muhalif siyasal partilerin kapsamlı bir reform sürecinden geçmesi konusunda düşüncelerimi daha önce yazdım veya söyleşilerde anlattım.

Ancak imama kızıp oruç bozulmaz. Türkiye’de daha farklı bir muhalif siyaset çıkacaksa – ki çıkmak zorunda – içinde bulunduğumuz rejim koşullarında bunun yeşerebileceği yerler yerel yönetimler olabilir. Bunu Meksika’dan Breziya’ya dünyadaki örneklerden de biliyoruz. Yerel yönetimler de aynı tek iradeye bağlanırsa muhalefetin dönüşüm süreci hızlanmaz, aksine yavaşlar. Muhalefet partilerine kızıyorsak demokrasi umudumuz nedeniyle kızıyoruz. İktidarın yerelde de alternatifinin kalmamasıyla demokrasi umudu daha da kararır ve bu kızgınlığın da zemini kalmayacaktır.

Öte yandan sosyal bölüşüm, ekonomik kalkınma, dış politika, ve başta Kürt meselesi olmak üzere etnik ve kültürel çeşitlilik ve adalet gibi temel konularda başta CHP muhalefet partilerinin henüz yeterince alternatif, tutarlı ve ümit veren politikalar oluşturduklarını düşünmüyorum.

Ancak bu konularda alternatif politikaların da yerelden çıkabileceğini ve bu yüzden de başta mevcut İBB olmak üzere başarılı muhalif yönetimlerin mutlaka devam etmesi gerektiğini düşünüyorum.

2030’ların alternatif merkezi yönetim politikaları teoriden çok yereldeki pratikten çıkabilir ve İBB’nin bu konuda bir kuluçka vazifesi göreceğini düşünüyorum. Başta bölüşüm ve kalkınma politikası olmak üzere bu konuyu bir sonraki yazımda açacağım. Yerel yönetimler ve İBB’deki uygulamaların, ve Sayın İmamoğlu’nun şu ana kadarki performansının, bu konuda neden bir umut teşkil ettiğini tartışacağım.

Ayrıca yerel yönetimler, siyasal rejimin ötesinde ulaşımdan barınma, gıda ve deprem güvenliğine günlük yaşamımızı, yaşam kalitemizi ve geleceğimizi en yakından ve somut biçimde şekillendiriyorlar. Bu konuda da İBB’nin uygulamaları AKP modeline birçok konuda net ve gelişmekte olan bir alternatif oluşturuyor, bunu da tartışacağım.

Ama bugün bitirirken yine 2017’ye dönelim.

31 Mart’ta söz yine milletin olacak. Oy verme kabinindeki o yaşamsal saniyelerde parti tercihi ne olursa olsun başta İstanbullular olmak üzere vatandaşlarımızın 16 Nisan 2017’yi unutmayacağına ve aynı hatayı bir kez daha yapmamakta ittifak edeceğine inanıyorum ve temenni ediyorum.


[1] Bunun yanında başta medya sivil toplumla devlet arasındaki kuvvetler ayrılığına da diyagonal kuvvetler ayrılığı denir. AKP iktidarları altında bu güçler ayrılığının da uzun süredir büyük aşınmaya uğradığı bir olgu.