Murat Sabuncu

07 Şubat 2024

Ulaş Bayraktar: İktidarın inşa ettiği hegomonik bir kültür var, Türklük sözleşmesi kültür politikalarındaki temel çerçeve

"Kültürel dönüşüm yaşadığımızda hemfikiriz herhalde değil mi? Yabancı düşmanlığında, milliyetçilikte kimi abartılı dini söylem-gösterilerde... Bu sadece emre itaatle olamaz. İnsanların algısının, bakışının, duygularının da nasıl dönüştüğünü anlamaya çalışmak gerek. Bazı perspektiflerden, özellikle Batı kültürünün çerçevesinden bakarak, "Beceremediler" diyoruz ama dipten başka bir kültürel hayat süregidiyor bence"

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan sık sık "kültür konusunda başarılı olamadık" der. Gerçekten böyle mi? Bunun için kültürün ne olduğunun tarifine ihtiyaç var. Geçen hafta İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın (İKSV) yayımladığı "Türkiye'de Yerel Kültür Ekosistemi" raporunu hazırlayan Doç. Dr. Ulaş Bayraktar ile buluşup içinde bu konunun da olduğu bir sohbet gerçekleştirdik. Bayraktar şöyle söylüyor: 

"Kültür ne dinlediğimizden, ne izlediğimizden, ne okuduğumuzdan ibaret olamaz. Benimsediğimiz değerler, normlar da kültürün bir parçası. E düşününce, o hani Anayasa'yı bir kere delmekle bir şey olmaz da Anayasa'ya aykırı ama oy vereceğiz de bir kültürün dışavurumu. Çünkü biz ilkeye, değere değil, o konjonktürün pragmatist muhasebesine göre karar veriyoruz. Yani diyoruz ki, ya evet bu normalde yapılmaması lazım ama şimdi bunu yapmak mecburiyetindeyiz ya da biz buna göz yummak zorundayız."

Bayraktar iktidarın "hegomonik bir kültür" inşa ettiğini düşünüyor. Konuşmamızda filmlerin, dizilerin hem toplumsal hem siyasal yaşamdaki algısını da kullanım şeklini de tartıştık. İktidar ortağı MHP lideri Devlet Bahçeli daha yeni "Alper Gezeravcı uzaydayken çok konuşulan bir dizideki Dilber karakterinin servis edilmesini komplo" olarak tarif ediyordu. Popüler kültürün en etkili alanlarından televizyon dizileri de iktidarın hoşuna giden-gitmeyen, işine yarayan-yaramayan ayrımına tabi tutuluyor.

İKSV'nin raporunda saha araştırması, derinlemesine mülakatlar ve anketler önemli bir yol gösterici. 12 şehirde 139 kişiyle derinlemesine görüşme, 30 farklı şehirden 157 katılımcıyla odak grup toplantısı, ülke genelinde 406 çevrimiçi anket ve 1245 katılımcıyla yüz yüze anket gerçekleştirilmiş. İKSV Kültür Politikaları Çalışmaları Direktörü Özlem Ece ve ekip daha önceki raporlarda olduğu gibi büyük bir emek ortaya koymuş. Ankette dikkatimi çeken noktalardan birisi; katılanların yüzde 56'sı bir önceki yıl en az bir kere tarihi mekanları ziyaret etmiş ve yüzde 53'ü sinemaya gitmiş. Bu ikisi dışında katılınan bir etkinlik yok. Katılımda görülen düşük oranların en büyük nedeni olarak zamansızlık ve ilgisizlik sonuçları belirtilmiş. Bence buna maddi koşullar da eklenebilir.

Raporun içinde, anket dışında devlet kurumlarının verileri de var. Bu da görüş oluşması için önemli. Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) 2022 Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırmasına göre nüfusun yüzde 85.3'ü hiç sinemaya gitmemiş, yüzde 93.7'si canlı performans izlememiş. Bu oranlar yoksulluk ve sosyal dışlanma riski altındaki kesimler için daha vahim. Dezavantajlı kesimler neredeyse hiçbir kültürel etkinliğe katılmıyor.

Zaten 2023 bütçesine göre Kültür Bakanlığı'na ayrılan pay genel bütçenin binde 3,7'si. Mahalli idareler ise bütçelerinin yüzde 1,7'sini kültür hizmetlerine ayırmışlar. Kültür sanatın birlikte yaşamaya, demokrasiye katkısının önemini de dikkate alarak, sadece iktidarın ya da kendi ideolojik propagandası için çaba sarf eden belediye başkanlarının değil, sivil katılımın da önemine dikkat çekerek, Doç. Dr. Ulaş Bayraktar ile yaptığım sohbeti aktarıyorum.

Ulaş Bayraktar

- İKSV için; alanda derinlemesine mülakat ve anket çalışmaları da yaparak "Türkiye'de Yerel Kültür Ekosistemi" isimli bir yayın hazırladınız. İsterseniz söyleşiye kültür tanımı üzerinden başlayalım. Sizin atıf yaptığınız Füsun Üstel'in tarifi iyi bir özet aslında. Şöyle not almışım buradan:

Füsun Üstel'in Kültür Politikalarına Giriş kitabında yaptığı kültür politikası tanımı aslında kültür ekosisteminde tedarik edilen bütün ürünleri özetler. Üstel, Mulcahy'den aktararak kültür politikasının kapsamının başlangıçta "müzeler, görsel sanatlar (resim, heykel ve seramik), performans sanatları (senfonik, oda ve koro müziği, caz, modern dans, opera ve müzik tiyatrosu ve tiyatro), tarihsel mirasın korunması ve beşeri programlar (yaratıcı yazarlık ve şiir)" gibi etkinliklerden ibaret sayıldığını; zamanla da bu kapsamın genişleyerek "kütüphane ve arşivleri, savaş meydanları, hayvanat bahçeleri, botanik bahçeleri, arboretumlar, akvaryumlar, parklar... halk kutlamaları, fuarlar ve festivaller, yorgancılık, folk müziği, halk dansları, zanaatlar, belki sirk performansları, rodeolar ve bando takımlarının bazı türleri"ni içerir hâle geldiğini ifade eder.

Ben kültürü, kültür mantarına referansla tarif etmeyi seviyorum. Mantarı kültürlü yapan nedir? Yani o mantarı kültürlü yapan, yetiştirilirken klasik müzik çalınması, güzel bir manzaraya karşı yetiştirilmesi değil elbette; yetişme şartlarının insan eliyle oluşturulması. Yani doğal olarak değil, tarımsal bir faaliyet sonucu yetişmiş mantardan bahsediyoruz. Raporda da kültürü Franz Boas'a atıfla, bir topluluğun sosyal dinamiklerini etkileyen bağlam olarak tarif ediyoruz. Yani nasıl ki o kültür mantarının nasıl yetişeceğine; nemi, ısısı, ışığı, onlara karar veriyoruz… Aynı şekilde kültür de bir topluluğun dönüşümü, gelişimi, farklılaşmasını belirleyen bütün değişkenlere işaret edebilir; bunun içinde inançlar da var, bunun içinde ritüeller de var, bunun içinde bütün o hikâyenin iklimi de var, folkloru da var, sanatı da var.

Geçenlerde Tanıl Bora da yazdı[1], gerçekten mevcut iktidar, kültür hegemonyası inşa edemedi mi? Mevcut iktidarın kültürde hegemonya inşa edemediği gibi bir teselli var ya. Yani yazar çıkaramadılar, sinemacı… Belki doğru. Ama gözden kaçan şu: İnşa ettikleri bir hegemonik kültür yine de var. Yani biz onu sanatta bulamıyoruz ama hayatın başka alanlarında bir kısmı dini referansların da kullanılmasıyla kendince iş bilirlik, bazen bencillik, yasaların esnekliği, orada başka bir kültürel dönüşüm oluyor. Belki de bu ikisini birleştirmenin, kültürü sanattan öte düşünmenin yolunu bulmamız lazım.

- Farklı bir şey söylüyorsunuz. Aslında AKP'nin lideri Tayyip Erdoğan'ın en büyük yakınmalarından biri kültür alanında başarılı olamadıkları.

Aslında bence sanatı beceremedik diyor.

- Sanatı diyor aslında öyle mi, kültüre bir şekilde yön verdi yani?

Bence evet. Çünkü kültür ne dinlediğimizden, ne izlediğimizden, ne okuduğumuzdan ibaret olamaz. Benimsediğimiz değerler, normlar da kültürün bir parçası. E düşününce, o hani "Anayasa'yı bir kere delmekle bir şey olmaz" da, "Anayasa'ya aykırı ama oy vereceğiz" de bir kültürün dışavurumu. Çünkü biz ilkeye, değere değil, o konjonktürün pragmatist muhasebesine göre karar veriyoruz. Yani diyoruz ki ya evet bunun normalde yapılmaması lazım ama hani şimdi bunu yapmak mecburiyetindeyiz ya da biz buna göz yummak zorundayız. Bunun hep anlattığım bir hikâyesi vardır. Bir gün görüşme yapacağım bir kişi buluşmaya geç kaldı ve dedi ki "Kusura bakmayın Ankara'dan geliyorum." Sanırım 2004 senesi. "Geç kaldım çünkü radara girdim, polis durdurdu, rüşvet vermek zorunda kaldım, adam rüşvetin üstünü verdi" dedi. Şimdi dünyanın her yerinde rüşvet vardır ama rüşvetin üstü verildiğinde çok daha yapısal normatif bir yozlaşma var demek. Çünkü demek ki bir paralel devlet değil, paralel norm düzeyi yaratmışsınız. Yani rüşvetin şu kadarı yasal, bu kadarı günah değil, bu kadarı caiz gibi. İşte bu kültürel dönüşümdür, ilkesel değil, pragmatist muhakeme haklılığının baskınlığı. Ama şunun da altını çiziyorum, bu Adalet ve Kalkınma Partisi'nin eseri değil. Bu, 12 Eylül'den itibaren yavaş yavaş yerleşen bir olay, onlar hasadını yapıyorlar belki de.

- İktidarın 22. yılında aslında inşa edilen bir kültür var. Bunu anlıyoruz…

Kültürel dönüşüm yaşadığımızda hemfikiriz herhalde değil mi? Yabancı düşmanlığında, milliyetçilikte kimi abartılı dini söylem-gösterilerde... Bu sadece emre itaatle olamaz. İnsanların algısının, bakışının, duygularının da nasıl dönüştüğünü anlamaya çalışmak gerek. Bazı perspektiflerden, özellikle Batı kültürünün çerçevesinden bakarak, "Beceremediler" diyoruz ama dipten başka bir kültürel hayat süregidiyor bence.

Aslında bu Twitter'la TikTok arasındaki ayrıma benziyor. Hepimiz Twitter'ı takip ediyoruz, oradan paylaşım yapıyoruz, çoğu seçimi kazandık sanıyoruz ama kitleler hikâyeyi TikTok'la izliyor. Ve bütün siyasi iletişimciler TikTok'un ihmal edilmemesi gerektiğini söylüyor. Yani Twitter'da biz daha çoğuz ama hikâye TikTok'ta dönüyor.

- Ben bir kültür sanat yazarı, eleştirmeni değilim ama izlemeye çalışıyorum. Türkiye'de sanat alanında öne çıkan isimlerin üretimlerinin siyaset alanına dokunmayan ya da iktidarın rahatsız olacağını düşündüğü alanlardan uzak durmaya çalıştığını gözlemliyorum. Elbette sayısı fazla olmayan birkaç istisna var. Herhalde bu yaratılan siyasal iklimden kaynaklanıyor.

Korkmuyoruz, diye slogan atılır ya. Bana bu hep gereksiz bir iddia gibi gelir. Ödenecek-ödenebilecek bedeller olduğunu yıllardır bunu ödeyenlerden biliyoruz. Korkmak için çok haklı geçerli sebeplerimiz var. Dolayısıyla kabul edelim korkuyoruz, hepimiz korkuyoruz. Ama cesaret korkmamak değil zaten, korktuğun halde devam etmek. Korkusunu kabul edip, yine de ilkelerine, değerlerine sahip çıkanlar var ve hep olacak. Ama bunu da bir kahramanlık manzumesi gibi yaşamamak lazım. Bir kamikaze hızında değil, bir maratoncu, çiftçi sabır ve sebatıyla cesaret göstermek bana daha anlamlı geliyor.

- AKP'nin 22 yılda yarattığı-yaratmaya çalıştığı kültür bir de daha evvel cumhuriyetin kuruluşundan itibaren kurucuların inşa ettiği-etmeye çalıştığı bir kültür var. O kültür içinde zaman zaman "artık klasik müzik dinlenecek" diyen, bunu kollukla denetleyen, toplumu zorlayan bir yapı da karşımıza çıkıyor. Şu anda da AKP'nin din üzerinden yaratmaya çalıştığı kültür gözleniyor. Siz çalışmada bu durumlara da dikkat çekmişsiniz.

Yukarıdan kültürün empoze edilmesinin beyhudeliğini şöyle bir örnekle anlatayım. Bir ateist arkadaşım, zorunlu din derslerine geçildiğinde çok mutlu oldu. Ben destekliyorum dedi zorunlu din derslerini. Hayırdır dedik. Okulda öğrendiğimiz her şeyden nefret ettik, dinsiz kuşaklar yetişecek şimdi dedi. Gerçekten istatistikler gösteriyor son yıllarda dinle olan bağı. Şimdi siz pedagojik olmayan biçimlerde bir şeyi dayattığınızda, zorladığınızda, o ters tepiyor. J. C. Scott, Tahakküm ve Direniş Sanatları'nda, "Akıllı köylü, büyük efendinin karşısında yerlere kadar eğilir; ama sessizce osurur" diye yazar.

Cumhuriyet'in ilk yıllarında yaratılmaya çalışılan kültür de ne yazık ki amacına ulaşamadı. Bunu bir eleştiri olarak söylemiyorum, sünnetçi fıkrasında olduğu gibi ne koysalardı yani. Modernizm yarım kalan bir hikâye denir ya, Türkiye'de çeyrek bile olamadı ne yazık ki. Bu yarım kalmışlığın çelişkileri ve çekişmeleri sürüyor ve sürecek, hemen hallolacak bir mesele gibi görmemek, uzun vadeli bir vizyon geliştirmek lazım. Raporda sık sık vurguladığımız gibi kültürel etkinlik organizasyonundan kültür politikalarına geçiş böyle bir perspektif gerektiriyor. Yapı, model ithal etmek değil, tohum atmak, tarım yapmak lazım.

- Çalışmanızda yüksek kültür ve popüler kültür ayrımından bahsediyorsunuz. Yaptığınız anketlerden birinde insanların kültür sanat aktivitelerine neden katılmadığıyla ilgili yanıtlarında "işyerinden eve yorgun gidiyorum ve dolayısıyla buna halim kalmıyor" diye cevap seti vardı raporda. Buradan şuna geleceğim. Televizyonlar o yüzden hâlâ belki de kültür diye anladığımız ve anlamlandırdığımız şeyin özellikle diziler vasıtasıyla ana merkezi. Yani bir taraftan Kızıl Goncalar, Kızılcık Şerbeti gibi dizilerle muhafazakar-seküler duvarları yıkılmaya çalışılıyor. Popüler kültür dediğimiz şeyi, popüler kültürü televizyondan alan ve aldığı kadarıyla da kendi çapında bir algı oluşturan bir kitle var. Bunu nasıl görüyorsunuz?

Netflix, Amazon Prime, BluTV izleyenler sanki artık kimse televizyon izlemiyormuş gibi düşünüyor. Oysa bütün siyasal iletişimciler haber alma ve boş zamanı değerlendirmenin hâlâ en temel aygıtının televizyon olduğunu söylüyor. O önemli. Yani ben mesela dizilerin oynadığı rolü aslında sadece diziler de değil, popüler filmlerin de rolünü önemsiyorum. Babam ve Oğlum'daki 12 Eylül hikâyesi de Beynelmilel'deki yine 12 Eylül baskısı da; bunlar böyle parmak sallayarak değil de birazcık daha estetik biçimde gösteriliyor. Şimdi estetiği, hep onu konuşuyoruz, estetiği güzelle eş anlamlı kullanıyoruz. Oysa estetik olan, duygusal iletişim için, duygusal iletişime daha yatkın bir ifade biçimi. Yani anesteziyle tam tersi olması oradan geliyor. Duygularımızın tamamen kapandığı hale anestezik hâl diyoruz. Estetik olan, dolayısıyla bu illa da böyle çok güzel, çok iddialı olması gerekmiyor. Bizim duygularımıza dokunuyorsa önemli. Tarihsel olarak da öyle, bütün o yeniden tarih anlatısını, ideolojik tarih anlatısını da yapıyor, birtakım sosyal sorunlara da dokunuyor, dini de kapsıyor. O yüzden önemsiyorum.

- Ama şöyle bir durum yok mu sizce, özellikle ana akımda, tarihi buradan algılayıp, buradan öğrenerek bugüne uyarlayıp bunun üzerinden bir siyaset oluşturmak.

Evet var. Ama tarihi romanlar için de aynı şey geçerli. Bir edebi tür olarak çok kıymetli de olsa bilimsel bir kaynak olamaz tarihi roman. Bazılarımız tarihi roman okuyarak tarihi öğrendiğini sanıyorsa, diğerlerinin de dizi, film izleyerek bunu hissetmesi normal.

- Bunun bazı riskleri yok mu sizce?

Olmaz mı, elbette var. Sizin için olan risk, başkası için kazanç ama. ABD tüm bir tüketim kültürünü sineması üzerinden yaymadı mı? Şimdi de Güney Kore benzer bir şekilde kültürünü restoranlar, pop müzik ve sinema üzerinden pazarlamıyor mu? Kazananı ve kaybedeni olduğu için riskli zaten.

- Aslında ben kimin işine yaradığını tartışmıyorum kendi içimde. Daha çok tartıştığım, gerçekdışılıkla karşılaşması insanların. Ve sonra bu kabulle hareket etmesi. Bugünkü siyasi düzene ya da lidere gönderme yapan içeriği doğru olmayan tarih bilgileri... Gerçekdışı bilgilerle bir içerik kurmak. Bunun kime yaradığının dışında toplumda yarattığı etkiyi düşünüyorum.

Bütün bir hakikat sonrası dünya bunun üzerinde şekillenmiyor mu? Bilgilenme gibi gözükse de aslında bir duygulanım aracı ve onu kullanıyorlar. Dolandırıcılık için de kullanıyorlar, pazarlama için de, siyasal kampanya için de. Yani yandaşlık hissi, güven hissi, tedirginlik veya o süreçte ihtiyaç duyulan hissi yaratıyorlar. Çok başarılı bir araç bu. Yöntem olarak. Tam da "kompost çağı" olarak tarif ettiğim bu dönem için biçilmiş kaftan.

Ulaş Bayraktar

- Ne demek kompost çağı biraz açar mısınız?

Yani bir nevi çürüme. Modern olmak, Marx'ın deyişiyle "katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği" bir evrenin parçası olmaktı ya. Şimdi de çürüyen her şeyin bir parçası olmak bizi bu çağın insanı yapıyor sanki. Organik atıkları düşünün, patlayan bir çöp de olabiliyor. Ama mis gibi toprak da olabiliyor. Buğday Derneği'nin kurucularından Güneşin Oya Aydemir'in bu kompostlaşma sürecini tarif edişi var. Diyor ki, eğer organik yığın boşluksuz, oksijensiz kalırsa, tek tipleştirir ve sadece kısa köklü birtakım organizmalar kalır. Bunlar da asidik olduğu için kütleyi zehirli patlayıcı bir hale getirir.

Bu süreci toplumsal alan için de bir metafor olarak kullanabiliriz diye düşünüyorum. Oradaki toplumun oksijeni adaletse, adaletsizliği yaygınlaştırırsanız, siz sadece size benzeyenlerle birlikte güvende hissedip, benzerlerinizin içine kapanırsınız ve diğerine karşı önyargılar geliştirmeye başlarsınız. Orada da işte asidik, nefret söylemi ortaya çıkar. Şimdi kültür bunda çok ciddi bir katalizör rolü oynuyor. Herkesin herkesin kurdu olduğu düşüncesi ile insanlar geleneksel bağ ve topluluklardan medet umuyor. Diğerlerine önyargı hatta nefret besliyor. İşte kültürel dönüşüm bu. Tüm iletişim imkanları ile bu güvensizliği, diğerlerinin güvenilmezliğini işlemeye çalışmak.

İşte Osman Kavala'nın, TRT'nin platformundaki dizisi, tam da oradaki haksızlığa toplumsal bir meşrulaştırma rolü oynamak için yapılmıyor mu? Ne kadar inkâr edilirse edilsin oradaki amaç belli. Bu bütün alanlarda öyle yapılıyor. Yaratılan tüm düşmanlar için bu yöntem geçerli. Buradaki gücü yadsınamaz televizyon dizisinin ve diğer tüm popüler kültür kanalllarının.

- Osman Kavala demişken raporda Kavala'ya ve Anadolu Kültür'e iki yerde referansınız var. Biri Osman Kavala'nın kendi kültür tarifi anlatılıyor. Diğeri onun kurucusu olduğu Anadolu Kültür'ün özellikle Diyarbakır'daki yüz yüze görüşmelerle oradaki kitleye, sanat yapmak isteyen kitleye verdiği ilhamı ve desteği anlatıyorsunuz.

Osman Kavala'ya gösterilen tepkinin, bu haksızlığın sebebi zaten yaptığı şeyin tehlikeli olduğunun düşünülmesi. Can Yücel'in Deniz Gezmiş için söylediği, "maratonun en hızlı 100 metresini koşması" konusu. Herkes o 100 metreyi koşmaya çalışıyor, herkes hızla memleketi kurtarmayı düşünüyor. Ama Osman Kavala tohum atmayı bildi. Kars'taki, Diyarbakır'daki kültüre varoluş için tohum faaliyetleri ve onların meyveleri çok önemliydi. Bazı yerlerde bu devam ediyor. Bazı yerlerde de budanmaya çalışılıyor. Belki bu yapılanlar her şeyi hızla değiştirecek, kurtaracak, bir anda herkesin oy tercihini değiştirecek değil. Böyle ufak ufak kültür mantarındaki gibi nemini, suyunu, ışığını, sıcaklığını ayarlayarak yapmak belki de en değerlisi.

- Kutuplaşmayla beraber karşılaşmaları azaldı ya insanların, birbirinden farklı olanların... Bir muhafazakârla kendini seküler tarif eden, Sünni ile Alevi, belki zenginle fakir. Ve anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştığı yerler de, işte filmler, diziler, buralardan birbirini anlamaya çalışıyor. Özellikle şu an popüler olan seküler-muhafazakâr yüzleşmelerinin-karşılaşmalarının dizileri... Buralarda sanki duvarlar yıkılmaya çalışılıyor ama hâlâ herhalde bir tek yer var aşılamayan-uzak durulan Kürt konusu. Kürtler, Kürt dili hâlâ; ana dilinden ürettiği kültüre kadar uzak kalınan, uzak durulan bir nokta…

Barış Ünlü'nün Türklük Sözleşmesi'nin her alanda, dolayısıyla kültür politikalarında da geçerli olduğunu düşünüyorum. Temel sözleşme: Sünni Türklük üzerine inşa edilmiş bir sözleşme. Türklük sözleşmesinin, kültür politikalarındaki temel çerçeve, en kalın çerçeve olduğunu teslim etmek lazım.

- Makbul vatandaş yani, Türk, Sünni…

Bakın toplumsal barış olacaksa, bunun en önemli katkılarından biri kültürel alanda olacak. Şu anda mutlak olarak kamplaşılmamış kalan nadide alanlar kültür alanında. Yani hâlâ beraber horon tepebiliyor, halay çekebiliyor, türkü söyleyip, hâlâ bazı esprilere beraber gülebiliyorsak, hâlâ buluşma imkânımız var. Orada bir araya daha çok gelebilirsek, bir şekilde kültürel alanda, sanat üzerinde buluşabilirsek, oradan bir birliktelik çıkabilir.

- Siz bunu bir yandan da kent hayatının demokratikleşmesi perspektifinden okuyorsunuz.

Ben üniversite öğrenciliğimden beri yerel siyaset, yerel demokrasi çalışıyorum ve bunun ana demokratikleşme hattındaki en önemli imkân olduğunu, araç olduğunu düşünüyorum. Demokrasi dediğiniz şey sonuçta bir kentlilik hâli. Kent dediğiniz, farklılıkların bir arada yaşamasıysa, bunun daha üst ölçekte siyasi ifadesi demokrasi. O hemşerilik hukuku, hemşerilik duygusu aynı zamanda demokratik vatandaşlık demek. Yani siz eğer sizden çok farklı olanlarla sırf aynı kentte yaşadığınız için bir araya gelebiliyorsanız, demokratik vatandaşlığın, toplumsal barışın yolu açık demektir. Ama siz belediye meclisinde mahalli müşterek ihtiyaçları tayin edemiyorsanız, bir apartman, site yönetim toplantısında bile en basit konuyu müzakere edemiyorsanız, hangi kanunu çıkarsanız, kurumu kursanız beyhude olur sanıyorum.

- Çalışmanızda çocukların kültür sanatla erken yaşta tanışmalarıyla beraber hayata daha iyi yaklaştıkları bir sürecin inşasının mümkün olduğunu vurguluyorsunuz. Sosyal problemler sanatla odağa aldığında, çocukların yaşama istekleri, çevreyi daha iyi düşünmeleri, toplumsal sorumluluk duygusunun artması mümkün mü?

İKSV'nin önceki raporlarından "sanatla büyümek" tamamen bunun üzerineydi. Ağaç yaşken eğilir denir ya, kültürel beğeni ve ilgilerin keşfi ve oluşması bakımından çocukluk çok önemli. Raporda da vurguladığımız gibi… Ama bu sadece bazı kurslar düzenlemekten ibaret olmamalı. Her kesimden çocuğun sanatla tanışması önemli hele hele sanat eğitiminin müfredatta nitel ve nicel olarak azaldığı bir dönemde daha da önem kazanıyor bu faaliyetler. Bir örnek vereyim. Bursa Senfoni Orkestrası eğitim konserleri yapıyor ve ama sanatçılar, gelenlerin hep özel okulların öğrencileri olduğunu fark ediyor. Çünkü onlar servisleriyle getirebiliyorlar ve bunu kafaya takıyorlar ve böyle köy okullarına, kendileri iki üç müzisyen olarak gidip aletleri tanıtıyorlar, notaları tanıtıyorlar ve müthiş bir etki yapıyor. Ama sonra valilik ya da işte mülki idare izin vermemeye başlıyor. O çepere gitmek, onu yapmak, dolayısıyla sadece böyle kurs düzenledik, şu kadar kursiyerimiz var, bu kadar kursumuz varın ötesinde, böyle gerçekten onları biraz daha böyle sanatla hemhal yapan tanışma, kaynaşma faaliyetlerinin eksikliği görülüyor bence.

- Araştırma için İstanbul dışında Konya'ya da Ordu'ya da Diyarbakır'a da toplam yedi ile gittiniz. İstanbul'dan dışarı doğru çıktıkça değişen yapı ne? Neyle karşılaşıyorsunuz kültür sanat, oradaki faaliyetler anlamında veya oradaki karşılaşmalar anlamında? Ne daha farklı?

Tüm kentlerde sanat alanının çok önemli olduğunu gördük. Özellikle pandemi sırasında metropollerde yaşayanlardan memleketlerine geri dönenler buraların kültür hayatlarına önemli katkılar yapmışlar. İkinci bir gözlemimiz tiyatronun Türkiye için bu kadar önemli bir sanat faaliyeti olduğunu fark etmemizdi. Konya'da bir ev kiralayıp oyun sergileyen esnaf arkadaşlarla tanıştık mesela. Sahnenin kulisi tuvaletmiş, yani tuvaletten sahneye giriliyor. Bir evi tiyatroya çevirmişler. Elazığ'da gençler bütün zorluklara rağmen tiyatro yapıyor. Her yerde amatör tiyatro yapılıyor. Bence bu müthiş bir şey.

- Belediyelerin kültür çalışmaları sizin rapordan anladığım kadarıyla ağırlıklı olarak başkanın ve onun siyasi kariyeri-hedefinin inşası şeklinde oluyor. Böyle olunca da kültür müdürleri belki de bu inşanın sorumlularından oluyor.

Herkesi ihale birimine, fen işlerine, imara koyamazsınız. Çünkü oralarda sorarlar; o imardan ne anlar, teknik yeterliliği var mı? Ama kültür olunca, herkes yapabilirmiş gibi düşünülüyor sanırım. Ne olacak ki konser düzenleyecek, sergi yapılacak, festival organize edilecek. O yüzden öyle bir joker bir hâli var. Böylece de hem başkanın müdahaleleri, başkanın çevresinin müdahaleleri hem de görevli sirkülasyonu çok daha yoğun oluyor diğer belediye birimlerine nazaran.

- Aslında belediyeleri kazanan bir şekilde kendi kültür tanımı üzerinden faaliyete girişiyor. Ben öyle anladım raporda.

 Şu anda siyasal partilerin bir belediyecilik, bir kentleşme anlayışı iddiası yok ki aday belirlenirken onu kriter yapsın. Normalde nedir; eğer siyasal bir hareketten bahsediyorsak, bir siyasal program çıkarılır. Bizim kentimiz şöyle olacak, bunlar yapılacak, kültür politikaları, sosyal politikalar böyle olacak, sonra seçmen bakar. Yani bu programa kim daha uygun çalışır. Ama öyle bir şey yok. O yüzden de şu anda yaşadığımız komediyi yaşıyoruz. Memleketi neresi, kadın mı, genç mi, İmamoğlu'na mı yakın, Özgür Özel'e mi yakın, kim aday çıkarırsa kim kazanır, kim kaybeder bunu tartışıyoruz. Böyle karpuz seçer gibi belediye başkanı seçiliyor.


[1] https://birikimdergisi.com/haftalik/11615/kulturel-hegemonyanin-bir-baska-cephesi

Murat Sabuncu kimdir? 

Murat Sabuncu İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi bölümünü bitirdi. Boğaziçi Üniversitesi'nde İşletmecilik Sertifikası programını tamamladı. İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde Medya ve İletişim Sistemleri konusunda yüksek lisans yaptı.

Dergi, gazete, radyo, televizyon, internet haber sitelerinde muhabirlik, editörlük, yayın koordinatörlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı yaptı.

En uzun süre Milliyet gazetesinde çalıştı. Tempo dergisinde genel yayın yönetmenliği, Fortune dergisinde kurucu yönetmenlik yaptı. Skytürk 360'da ekonomiden politikaya değişik programlar hazırladı, sundu. 

Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni oldu, ikinci ayında tutuklanıp Silivri Kapalı Cezaevi'ne gönderildi. Hapsedildiği cezaevinde 1,5 yıl tutuklu kaldı. 

T24'te köşe yazarlığı, yapıyor. 2016 yılından beri pasaportu ve sürekli basın kartı verilmiyor. Yargıtay'ın iki kere verdiği beraat kararına rağmen 7,5 yıl hapis cezası talebi içeren dosyası, Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nda bekliyor.

Bölgeden tanıklıklarını ve izlenimlerini "Gazze: Mahsuscuktan Bir Aşk Hikâyesi" adıyla yayımlanan kitabında paylaştı. Sedat Simavi Gazetecilik Ödülü sahibi. Sorbonne'da hukuk doktorası yapan bir oğlu, Nuri isimli bir kedisi var.