Selahattin Demirtaş'ın yeni kitabı Efsun'u okudum. Edebiyat eleştirmeni değilim ama bir özet yap deseniz 'genç, kıpır kıpır bir roman' derim. Ana karakterler genç, kullandıkları dil esprili, hayatın içinden. Kimi karakterler öyle içten tarif edilmiş ki yolda görse sarılası gelir insanın. Aslında belki de kitabın sırrı sondaki notta. Bu kitabı yazarken eşi Başak, kızları Dılda ve Delal ile yoğun bir mektup trafiği yaşamış. Onlardan ciddi katkı almış. Bu kitap aslında 'Gezi gençliği'nin kitabı. Biraz sonra okuyacağınız söyleşide Demirtaş bunu açıkça söylüyor: Benim için, dünyanın en çekici şeyi zekadır. Zekanın en somut dışa vurumu ise mizahtır. Bu nedenle Gezi gençliğini çok seviyorum ve bu nedenle onlarla aram iyi. Zaten Efsun, dikkatli ve zeki okurun çözüp anlayabileceği bir roman. Yani Gezi gençliğinin romanı aslında…
Söyleşide ağırlık romanda. Ama ister istemez günlük siyasetle ilgili az da olsa soru vardı. Yazılı olarak yolladığım sorulara verdiği yanıtlarda 'demokratik dönüşümün lokomotifi kadın hareketidir' tespiti de var.
Girişte mutlaka belirtmem gereken ise eşi Başak Demirtaş ile ilgili. Başak Demirtaş sadece kendi eşi için değil 'haksızlığa uğradığını düşündüğü herkes için mücadele eden' bir profil. Selahattin Demirtaş ile ikisi arasında hayatın her alanında büyük bir dayanışma var. Şöyle tarif ediyor Selahattin Demirtaş:
Eşim de hem bir anne hem bir kadın olarak çok değerli bir mücadele yürütüyor. Mücadelesi hem otoriter rejime, hem köleliğe, hem eril zihniyete, hem de yeri geldiğinde bana karşıdır.
Kısaca bu kitap (sanırım söyleşi) daha çok gençler ve kadınlarla ilgili. Ama herkesin zevk alabileceği satırlar…
- Daha önce yazdığınız kitaplarınızdan Seher'den şöyle bir cümleyi not etmişim:
"Bazen en kalabalık ortamlarda bile kendinizi yalnız hissettiğiniz olur. Bütün evrende sizin varlığınızdan haberdar olan tek kişi yine sizmişsiniz gibi."
Efsun'da 'sokakta görse insanın sarılası gelecek' Caner isimli karakter karar vereceği önemli bir konu olduğunda 'kalabalığa' karışıyor. 'Ben öyle sakin kafayla tek başıma düşünemiyorum. Mühim bir konu olunca kendimi ya kalabalıkların içine atarım ya da motorumla yoğun trafiğe dalar, öyle düşünürüm. Otobüsteki herkesin fikrini alıyormuş gibi…'
4 Kasım'da tutukluluğunuzun 5. yılı doluyor. Fiilen siyaset yaparken hep kalabalıkların içindeydiniz. Uzun süredir, her ne kadar size dışarıdan ulaşan çok sayıda mesaj, mektup olsa da tecritin getirdiği bir yalnızlık var. Burada hücre arkadaşınız Abdullah Zeydan'a haksızlık yapmayayım. Pandemi yasakları hemen her yerde kalkmış olsa da aile görüşleri de azaltıldı. Sorum şu: Kalabalık ve yalnızlık…Nasıl tarif edersiniz?
Selahattin Demirtaş: Sanırım kalabalık ve yalnızlık, her zaman için birbirlerinin zıttı durumlar değiller. İnsan bazen kalabalıklar içinde yapayalnız olabilir. Bazen de yapayalnızken kalabalıklar içindeymiş gibi hissedebilir. İçinde bulunduğumuz koşullara, ruh haline ya da zamana göre değişiklik gösterebilir bu durumlar. Benim en çok hissettiğim duygu, kalabalıklar içindeki yalnızlık.
Siyasal bakımdan kendimi asla yalnız hissetmedim. Beş yıllık hapislik sürecimde de siyaseten hep çok kalabalık hissettim. Bununla birlikte, insan olarak yalnız hissettiğim zamanlar da oldu. Bu çoğu zaman, anlaşılmamaktan kaynaklı öznel bir yalnızlıktı. Halen bu duyguyu zaman zaman hissettiğim anlar oluyor.
Yalnızlık duygusunun yol açtığı en şeker duygu, melankolidir. Böylesi durumlarda melankolinin tadından yenmez. Ama ben melankoli lüksüne bile sahip değilim ne yazık ki. Kişisel yalnızlığımı yine siyasal kalabalıklara sığınarak telafi ediyorum çoğu zaman. Ve elbette kişisel yalnızlık duygusundan beni en hızlı ve gerçekçi şekilde çekip çıkaran sevdiklerim var bir de. Başak, kızlarımız ve diğer tüm sevdiklerim. Beni sadece siyasi bir özne olarak görmüyor, güçlü ve zayıf yönlerimle bir insan olduğumu bilerek yalnızlığıma ortak oluyorlar. Sonra da Özdemir Asaf'ın kadim tespiti devreye giriyor, "Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz."
Evet, ben de duygu ve düşüncelerimi tıpkı Caner gibi, çoğu zaman kalabalıklar içinde olgunlaştırdım. Kalabalıkları dinledim, onlardan öğrendim ve bir siyasetçi olarak, hapisteyken bile beni yalnız bırakmayan kalabalıklara sığındım hep.
- Durkheim'a göre temelde yapılan seçimler bireyin dışında olup, toplumsaldır. Kişilerin nasıl düşünüp nasıl davranacaklarına karar veren şey normatif düzen ve toplumsal kabullerdir. Caner'in kalabalık bir otobüste ya da pazar yerinde aradığı 'bir nevi kabul mü?'
S.D.: Durkheim'ın tespitinden yola çıkarak Caner de kalabalıklardan bir çeşit kabul mü arıyor, doğrusu pek emin değilim. Sanki Caner kalabalığa rağmen özgün düşünebileceğini, bu esnada da sanki onların da görüşlerini alıyormuşçasına kolektif bir karar süreci işletmiş gibi davranmayı seviyor. Yani kalabalıklardan kabul değil, destek istiyor. Kendine güveniyor çünkü. Hızlı düşünmeyi, hızlı yaşamayı, hızlı karar almayı ve aldığı kararları hızla uygulamayı seçmiş bir karakter olarak yalnız düşünürken kendisini yavaşlamış gibi hissediyor. Oysa kalabalıklar içinde kendi tarzına uygun bir hıza erişebiliyor. Yine de yorum ve değerlendirme okurundur. Ben ancak saygı duyarım.
- Soruyu detaylı yazacaktım ama 'gerek yok'… Okuyanlar, okuyacaklar anlayacaktır. Neye 'gerek var' neye 'gerek yok' hayatta, özellikle memlekette?
S.D.: Bir "gerek yok" listesi hazırlamaya kalksak yüzlerce maddeyi sıralamamız gerekir sanırım. O kadar çok gereksiz şey var ki hayatımızda, belki çoğunun farkında bile değiliz. Onlar hayatımızda olmadan yaşamaya devam edemeyiz gibi düşündüğümüz tüm gereksiz şeyler bizi sınırlayan, nefessiz bırakan ağır yüklere dönüşmüş durumda. Onlardan bi' kurtulabilsek hafifleyeceğiz de nerede o cesaret.
Şu anda hayatımızın en gereksiz şeyi AKP'dir herhalde. Onu bir tarafa bırakalım, kendi kişisel yüklerimize ve zindanlarımıza bi' bakalım bence. Kibirli, kasıntı, kıskanç, doyumsuz, vicdansız ve duyarsız hallerimizin omuzlarımıza yüklediği ağır külfetten kurtulmadan ne özgür yaşamayı ne de özgür düşünmeyi öğrenebiliriz. Yani özetle, kendini dünyanın merkezine koyarak abartılı bir kişilik gibi gerinmeye gerek yok kardeşim. Kendini bi' rahat bırakıp salıversen sen, sen olacaksın, kuş gibi hafifleyeceksin ama bundan haberin yok. O nedenle, biraz relaks lütfen. Kasmaya gerek yok. Emin ol, öyle çok daha güzelsin.
- Bir diğer kitabınız 'Devran'ı okuduğumda 'bu kitabı okumak; bir hapishanenin demir parmaklıklarından dışarıya uzatılan bir eli tutmak gibi. Tuttuğunuz el sizi; Diyarbakır'dan Erzurum'a, Bodrum'dan Datça'ya bazen utandıran bazen düşündüren kimi zaman gülümseten pek çok hayata konuk ediyor' diye yazmıştım. 'Dışarıya dair' detaylar da çarpıcıydı. Hayallerinizin hapsolmadığını göstermesi açısından:
İlerideki yamaçlardaki sık ormanlığın yerini çalılar ve küçük ağaçlar alır olmuştu. Karın tamamen örttüğü ağaçlar sarp araziye küçük beyaz tümsekler gibi serpilmişti sanki…"
Bu kitapta ben uzun süredir görmediğim ama okuduğumda yüzümü gülümseten 'teneke içinde çiçeklere' takıldım. (genelde vita yağ tenekesi). Tecrübeyle sabit tek bir yeşilin-çiçeğin girmesinin 'yasak olduğu' bir alanda yaşıyorsunuz çünkü. Kitaptan öğreniyoruz ki 'Efsun' pandemi yüzünden az gördüğünüz eşiniz ve kızlarınızla daha sık mektuplaşma, çocukluğunuzdan kısa öyküler yazılıp gönderilmesiyle' çatısı çatılmış. Hikayelerin çoğunu Beyrut'tan Gümüşhane'ye gitmediğiniz yerlerden seçtiniz. Hatta buraları evlatlarınız internetten araştırıp size yolladı? Bunun nedeni ne?
S.D.: Aslında Efsun, benim ilk ciddi edebiyat denemem. Seher, Devran ve Leylan'da az ya da çok vardım ben. Sesim de rengim de şu veya bu düzeyde vardı. Bundan kaçamazdım, kaçmaya da çalışmadım. Siyasetçi kimliğimi tümden görünmez kılan bir tarzda edebiyat yapmak benim için mümkün değildi ama Efsun'da bunu denemenin zamanı geldi diye düşündüm. Bu nedenle, Efsun'un tamamını kurgusal bir roman olarak ele aldım.
Efsun'daki hiçbir karakter ya da olayla gerçek hayatta karşılaşmadım. Tamamını kendi hayal dünyamda yarattım. Ancak yazmaya başlayınca, romandaki mekanları da hayal dünyamda tümüyle kurgulayamamam halinde, karakterleri tam olarak var edemeyeceğimi anladım. Eğer mekan olarak Diyarbakır, İzmir, Ankara, İstanbul ya da Hakkari'yi seçseydim iyi bildiğim ve havalarını çokça teneffüs ettiğim bu kentlerin sokaklarının ruhuma sinmiş nefesleri karakterlere de yansıyacaktı kesinlikle. Ve böylece, yazar olarak kendimi gizlemem mümkün olamayacaktı. Onun için, romandaki mekanları hiç gitmediğim şehirlerden seçtim. Bu aşamada da kızlarım devreye girdiler ve hayal dünyamı zenginleştirecek katkıyı sundular bana. Ne kadar başarabildim bilemiyorum ama tek bir satırı bile hayatımdan bir iz taşımayan, kurgusal bir roman yazmaya çalıştım.
- Kitaptaki Caner de Efsun da hayata yeni atılan genç insanlar. Belki de çok kullanılan deyimle 'z kuşağı'. Evlatlarınız Delal ve Dılda'da da çocukluktan gençliğe adım atıyorlar. Burada iki soru sormak istiyorum. Birincisi siz evlatlarınızın büyüdüğüne şahit olamadınız. Onlar büyürken babalarından uzak kaldılar. Ne hissettirdi size ve kızlarınıza bu durum? 'Keşke' ile başlayan cümleleriniz oldu mu?
Memleketin gençleriyle bağınız nasıl, onları nasıl görüyorsunuz? Hem gerçek hayatta hem kitapta 'Gezi'nin büyüttüğü çocukların izlerini görmek mümkün sanırım?
S.D.: Hepimizin hayatında, kaçınılmaz olarak çok sayıda keşke vardır. Elbette ki keşke kızlarımız büyürken yanlarında olabilseydim. Keşke ilk gençlik yıllarını hapishane yollarında ve kapılarında geçirmeseydiler. Keşke üzüldüklerinde başlarını yaslayacakları anne omzunun yanında bir de baba omzu olsaydı. Say say, bitmez keşkeler. Ama bunların hiçbiri pişmanlık değil, hüzündür sadece. Kaçırdıklarımızın veya kaybettiklerimizin karşısına başardıklarımızı ve kazandıklarımızı koyup her gün yeniden devam ediyorum yola.
Bütün tarih boyunca gençler hep umut olmuştur. "Umudum gençlerdedir" dememiş tek bir lider tanımıyorum. Fakat dünyanın içinde bulunduğu berbat duruma bakınca herkesin umudu olan o gençlik tam olarak nerede diye sormadan da edemiyorum. Mesela 20 yıl önce ben de gençtim, tam olarak kimin umuduydum bilmiyorum ama şimdi 48 yaşımdayım ve memleket resmen batmış durumda. Dolayısıyla "umudum gençlerdedir" klişesine sığınmak istemiyorum.
Hayır, benim umudum sadece zeki ve cesur gençlerde. İşte Gezi'yi bu nedenle çok önemsiyorum. Benim için, dünyanın en çekici şeyi zekadır. Zekanın en somut dışa vurumu ise mizahtır. Bu nedenle Gezi gençliğini çok seviyorum ve bu nedenle onlarla aram iyi. Onların benimle araları nasıl, tam olarak bilemiyorum. Dışarıdayken aramızın iyi olduğunu hatırlıyorum ama. Zaten Efsun, dikkatli ve zeki okurun çözüp anlayabileceği bir roman. Yani Gezi gençliğinin romanı aslında. Delal ile Dılda'nın da hem çok zeki hem de mizahla aralarının iyi olmaları beni çok sevindiriyor ve mutlu ediyor. Evet, onlara bakarak umutlanıyorum.
Fakat 48, 50 yaşlarına geldiklerinde memleket halen rezil durumda olursa onları suçlayacak da değilim. Nihayetinde yüz nesildir hepimiz insanlık için büyük hayal kırıklıklarından başka bir şey değiliz. Varsın buna bir nesil daha eklensin. Ne yapalım yani, tüm suçu ve sorumluluğu bu neslin boynuna atacak değiliz ya. Günü geldiğinde onlar da umutlarını gençlere bağlayıverir, öyle öyle devam eder.
- Karakterlerin her biri kendi içinde güçlü. Her biri kendi 'sınıfsal-kültürel' dünyasını kendi diliyle ifade ediyor. Ama 'baş karakterler kadar' beni çarpan diğerleri de önemli…Anneler mesela. Hem Caner'in hem Efsun'un annesi… Dokunacakmışsın gibi sahici karakterler. Hayatımızdaki annelerden, komşunun annesinden pek muhtemel kendi annenizden izler…Anneler ve evlatlar…O bağ…annelerin sevgisi, sahip çıkışı, acılara zorluk gerişi memleketi değiştirecek muhtemel. Annelerden ve annenizden bahseder misiniz? Bu sorunun devamını şöyle getireyim. Kitapta kadın karakterlerin gücü de çok çarpıcı verilmiş. Daha önceki kitaplarınızdan da biliyorum ki 'kadın hareketinden yana' bir kaleminiz var. Eşiniz de dışarıda hem sizin hem özgürlüğünü kaybetmiş siyasetçilerin hakkını savunmak için mücadele ediyor. Zaman zaman hedefe de konuyor. İki sorum var. Birincisi Türkiye'deki kadın hareketinin toplumu dönüştürme yolunda nasıl bir misyonu yerine getirdiğini düşünüyorsunuz? İkincisi eşiniz hedef haline getirildiğinde ne hissettiniz? Ya da Cumhurbaşkanı adayı olarak tartışıldığında?
S.D.: Romanda anneleri yazarken elbette annelik deneyiminden yola çıkarak inşa etmedim karakterleri. Benimkisi evlatlık deneyimleriydi. Bu nedenle, daha çok annemi ve annemden öğrendiğim şeyleri hayal dünyamda işleyerek inşa ettim karakterleri.
Annelerin yüzde 99'u gibi benim annemin de hayatı ezilmekle, yoksunluklarla veya yoksulluklarla geçmiş ancak yine de ayakta kalmayı başarmış, bununla da yetinmeyip çocuklarını geleceğe hazırlayabilmiş fedakar bir emekçiden başka biri değil.
Neredeyse etrafımdaki bütün anneler böyle. Bunu Başak'ta da gördüm, onun annesinde de. Annelerdeki kararlılığı, fedakarlığı ve yavruları için göze alabildiklerini dikkatlice gözlemlerseniz en büyük değişim, azim ve motivasyonun orada yattığını anlayabilirsiniz. O inanılmaz gücü bulunduğunuz alana aktarmak sizin yeteneğinize veya cesaretinize kalmıştır artık. Annelerin doğadaki duruşları bize güçlü olma mesajını yeterince veriyor. Fakat sanırım, biz bunu duygusal bir bağın ötesinde değerlendirmiyoruz. O nedenle, annelerin ama genel olarak kadınların değiştirici gücüne saygı duyup onları desteklemek yerine ezmeye, durdurmaya çalışıyoruz. Romanda özellikle biyolojik annelik dışında kadın kimliğine vurgu yapmamın nedeni budur. Çünkü mesele sadece annelik değil kadınlık meselesidir.
Eşim de hem bir anne hem bir kadın olarak çok değerli bir mücadele yürütüyor. Mücadelesi hem otoriter rejime hem köleliğe hem eril zihniyete hem de yeri geldiğinde bana karşıdır. Eril iktidarların en korktuğu şey, özgür ruhlu kadınlardır. Başak'a ve birçok özgür ruhlu kadına aşağılıkça saldırmalarının nedeni budur. Çünkü özgür kadın, pespaye erkekliğin tel tel dökülmesine, kepaze hale gelmesine yol açıyor. Kof erkekliğini ve bununla sağladığı iktidar konforunu yitirmek istemeyen her erkek, özgür ruhlu kadını tehdit olarak görür.
Türkiye'deki kadın hareketi inanılmaz bir şeyi başarıyor ve hiçbir partinin, hiçbir ideolojinin kabına sığmayacak şekilde genişleyerek belki de tek hakiki toplumsal harekete dönüşüyor. Bu yönüyle, demokratik dönüşümün lokomotifi artık kadın hareketidir diyebiliriz. Ben şahsen bundan dolayı çok heyecanlı ve mutluyum. Çünkü hepimizi özgür ve eşit kılacak şey; hiyerarşiye, egemenliğe, sömürüye ve tahakküme dayalı eril zihniyetin yıkılmasıdır. Ve kadınlar bunu kafamıza vura vura yapıyorlar. Vallahi ne yalan söyleyeyim, elleri dert görmesin diyorum.
Şunu da belirteyim, Başak'ın isminin cumhurbaşkanı adayı olarak tartışılmasından onun hayat arkadaşı olarak çok gurur duydum. Bununla birlikte, bu konu ne kendi aramızda ne de partimizde hiçbir şekilde gündem olmadı. Böyle bir gündemimiz yok. Tümüyle bizim dışımızda tartışılıyor. Ancak bu ülkeyi layıkıyla yönetebilecek milyonlarca kadın varken erkek siyasetçilerin öne çıkmaları da büyük talihsizlik.
Tabii, Başak'ın aktif siyasete girip girmeyeceğine herkesten önce kendisi karar verir. Kararı ne olursa olsun, ben tüm gücümle yanında olur, onu desteklerim. Zaten Başak, benim gönlümün seçilmiş cumhurbaşkanı olduğu için ben gayet memnumum. Siz de onu veya bir kadını cumhurbaşkanı yapmak istiyorsanız bu hiç de zor değil. Seçmenlerin yüzde 50 + 1'i kadın zaten. Kadınlar kadın adaya oy verse erkek adaylar nal toplar. Yeter ki kadın dayanışması güçlü olsun ve kadın kadının kurdu değil, yurdu olsun. Başak dahil, milyonlarca yürekli kadının içinden illa ki ülkeyi yönetecek pırıl pırıl adaylar çıkar.
- Türkiye'de etkili bir kadın siyasi figür de Meral Akşener… Medyascope'a verdiğiniz bir söyleşide eşinizle beraber bir sabah kahvaltıya gitme hayalinizden bahsetmiştiniz. Bu hayal hâlâ geçerli mi?
S.D.: Aslında ben diyaloğun, temas etmenin sorunların çözümünde çok önemli ve belirleyici olduğuna dikkat çekmek için o kahvaltı örneğini vermiştim. Kimileri bunu o kadar aşağılık bir tarzda kullandı ki, bu durum siyasette diyaloğun ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ispatlar oldu. Benim amacım spekülasyon yaratmak değil, insani ilişkilerin önemine dikkat çekmekti. Bunu anlayan anlamıştır, anlamayana da anlatmaya devam edeceğiz. Benim o dediğimin kıymetini bilmeyenler siyasette kaybetmeye mahkumdurlar.
Ancak toplumla konuşabilenler, topluma dokunabilenler, tüm farklı kesimlerle aynı sofraya oturabilenler gelecekle ilgili söz sahibi olabilirler. Geri kalanlar siyasetin çöp sepetine yuvarlanıp gidecektir. Ben şahsen elimi de gönlümü de kapımı da herkesle ilkeli diyaloğa açık tutmaya devam edeceğim. Çünkü halkın çektiği eziyeti başka türlü bitiremeyiz, toplumu huzura ve refaha kavuşturamayız.
- Kitapta 'parası ve gücü' olan bir karakter (başta anlattığı hikayenin çok farklı bir boyutunun ilerleyen sayfalarda ortaya çıkacağı ve kimi günahlarından kurtulacağını düşünen Dilaver Dündar), adeta milimetrik hesaplarla 'yarı tanrılık' rolüne bürünerek hayat değiştirmeye çalışıyor. İhmal ettiği ise irade. Hesaplar, mühendislikler her zaman tutmuyor değil mi?
S.D.: Evet, kendini bir şey zannedenlerin, her şeye muktedir olduklarına inananların ıskaladıkları şey iradedir. Mesela sarayda yapılan milimetrik hesaplar, mühendislikler ve kumpaslar, bir hapishane hücresindeki bir irade karşısında yenilebiliyor. Efsun'da biraz da bunu hissettirmeye çalıştım.
- Kitapta tutturduğunuz dil hayatın içinden. Mesaj kaygısı ya da siyasi kaygı yok. Nasıl hissettirdi sizi 'rahat bir dil' kullanmak?
S.D.: Önceki kitaplarıma göre daha rahat bir dil kullandım ama henüz tam olarak sınırsız ve özgür yazamıyorum. Karakterlerin bazı küfürlü konuşmalarını bile yazıp yazmamakta tereddüt ediyorum. Yine de steril bir dil kullanmak yerine karakterleri günlük dilde, hayatın akışı içinde kendi hallerine bırakmak benim için çok keyifliydi. Aslında çok daha fazlasını yapabileceğimi biliyorum fakat hapisteki siyasi kimliğimi aşındıracak bir üslup içinde olmak da istemiyorum. Çıktıktan sonra da yazarsam daha özgür yazabileceğimi düşünüyorum.
- Kitapta aşk da var (Efsun-Caner) dayanışma da (terzi dükkanını kurarken ve dağıtıldıktan sonra Kibar'ın yanında duran tüm mahalle) sonunda sürpriz de (spoiler vermeyeyim Caner'in babası diyeyim) sınıfsal farklılıklar olsa da her kesimden güzel insanların varlığı da ya da pişmanlıklarda. Aslında çocukluğumuzda severek izlediğimiz Türkiye'nin mutlu sonla biten filmleri gibi. Memleket demokrasiyi, hukuku, barışı arıyor. Mutlu sona ulaşacak mıyız, kitapta olduğu gibi.
S.D.: Tabii ki memleket olarak mutlu sona ulaşacağız. Bundan hiç kuşkunuz olmasın. Bunca direniş bir hayal uğruna değil. Somut hedeflerimiz ve bizi bu hedeflere ulaştıracak somut bir yol haritamız var. Bunları adım adım hayata geçirdiğimizi zaten görüyorsunuzdur. Bu defa işimizi şansa bırakmayacağız. Seçimle birlikte demokrasi ve barışın kapılarını mutlaka aralayacağız.
- Kürtlerin olmadığı, CHP'yi saymazsak solun neredeyse temsil edilmediği muhalefetle mutlu son ne kadar mümkün?
S.D.: Biliyorsunuz, yakın zamanda bu konuda bir yazı yazdım. Sol olmadan, emeğin sesi ve temsilcileri olmadan, Kürtler veya diğer ötelenmiş kesimler olmadan demokrasiyi inşa etmeye çalışmak, yumurtasız menemen demeyeceğim, yumurtasız ve domatessiz menemen yapmaya benzer. Kimse kimseyi kandırmaya çalışmasın, demokrasi dediğimiz şey herkesin eşit mücadele imkanlarına ve araçlarına sahip olduğu bir yönetim biçimidir. Kürtlere ve solculara devleti, iktidarı, siyaseti, bürokrasiyi veya sivil alanı kapatarak inşa edilecek şey asla demokratik bir sistem olamaz. En fazla, yeni veya yenilenmiş sağ otoriterizmin temelleri atılmış olur. Dolayısıyla demokrasi isteyen herkes, kimsenin dışlanmadığı ortak bir masayı savunmalı ve dayatmalıdır. Bundan kast ettiğim, tüm kesimlerin seçim ittifakı yapması değil. Örneğin sol hareketler yan yana gelerek kendi tutum belgelerini açıklamalı, kamuoyuna mal etmeye çalışmalılar. Sonrasında da ittifaklara ve cumhurbaşkanı adaylarına bu ilkeleri kabul ettirmek için çaba göstermeliler.
Burada ilk görev, ilk hamle sola düşüyor. Sol, kendi varlığını ve gücünü görünür kılamazsa kimse sola, "Hadi gel, senin de taleplerini dinleyelim" demez. Ne yazık ki, solun da içine düştüğü tarihsel ve trajik parçalanmışlık, fraksiyonel veya partisel tutuculuk solda birliği neredeyse imkansız kılıyor. Buna rağmen ben çağrımı tekrarlıyorum. Bir çalıştayda ya da bir konferansta, nasıl olursa olsun bir araya gelmek ve ortak bir tutum belgesi oluşturup deklare etmek tarihi bir sorumluluktur. Burada, CHP ve HDP içindeki sol kesimler başta olmak üzere TİP, EMEP, Sol Parti, KSP gibi partilere önemli roller düşüyor. Bunu yapmazlarsa Türkiye emekçilerine karşı büyük mahcubiyet duyacaklarını şimdiden söyleyebilirim. Yaparlarsa neden mutlu son mümkün olmasın ki?