Dünya üzerinde bir savaş daha.
Uçaklar, tanklar, bombalar…
Ölenler, yaralananlar…
Her şeyin anlamını yitirdiği anlar…
İnsan hayatı söz konusu olduğunda elbet geri planda ama…
Ekonomi, kurlar, petrol fiyatları...
Hatta doğrudan gıda riskleri…
Böyle günlerde bir kitaba teslim ediyorum kendimi.
Elimde Gündüz Vassaf'ın 'Tarihi Yargılıyorum' u…
Şöyle bir bölüm var:
"Psikolojide askeri psikoloji diye bir uzmanlık alanı varken barış psikolojisi yoktur. Tarihte de askeri tarih diye bir disiplin varken barış tarihi olmadığı gibi psikologlar, askerlerin, orduların mükemmel savaş makineleri olmaları, ölmeden öldürmeleri için çaba harcar. Barışçıl toplumların oluşmasında psikolojinin rolüne ilişkin araştırmalara, yazılara rastlanmaz. Gayretleri çatışan taraflar arasında olmaktan öteye geçmez."
Bu satırların altını çizmişim ilk okuduğumda. Bir de şu bölüm:
"Bugün içinde yaşadığımız koşullar ne kadar kötü olursa olsun bu koşulları biz yarattığımıza göre değiştirebileceğimizi de unutmamalıyız."
Gündüz Vassaf'ın bu cümlesinde takılıp kaldım. Gerçekten 'değiştirme' gücümüz var mı? Hangi koşullarda, ne kadar? Nasıl olsa değişmez diye razı olmak mı yoksa her koşulda değişir deyip mücadele etmek mi?
Değiştirme ile ilgili perspektifi bu yazıda 'içeride'ki arayışlara odaklamak istiyorum. 'Tek Adam' yönetiminin Türkiye'yi her alanda sıkıştırdığı kriz haline karşı oluşturulmaya çalışılan ittifaka bakmak…
Konumuz; CHP ve İyi Parti'nin kuruculuğunu yaptığı, Saadet'in ve Demokrat Parti'nin bir süredir doğal müttefiki olduğu, DEVA ve Gelecek Partileri ile genişleme potansiyeli taşıyan Millet İttifakı…
Bu altı partinin lideri 12 Şubat'ta bir araya geldiler, fotoğraf verdiler ve bir de ortak bildiri yayımladılar. Dediler ki:
"Ülkemiz, Cumhuriyet tarihinin en derin siyasi ve ekonomik krizlerinden birini yaşamaktadır. Toplumsal, siyasal ve ekonomik sorunlar her geçen gün artarak etkisini ağır bir biçimde göstermektedir. Bu krizin en önemli sebebi kuşkusuz, 'Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi' adı altında uygulanan keyfi ve kural tanımaz yönetimdir.
Altı siyasi parti olarak hepimizin ortak sorumluluğu, uzlaşarak ve birlik içinde bu krizi aşmak, derin sorunlarımızı demokratik siyasetin alanını genişleterek, çoğulculuk temelinde çözebilmektir."
Ne demişler 'cumhuriyet tarihinin en derin siyasi ve ekonomik krizi' sonra 'altı siyasi parti ortak sorumluluğumuz uzlaşarak ve birlik içinde krizi aşmak'…
Seçimler zamanında yapılsa bile 16 ay kalmışken, gelin 'geç olmadan' bu altı parti gerçekten uzlaşma ve birlik sorumluluğu taşıyor mu düşünelim. Sondan başlayalım. 28 Şubat'ta aralarında benim de olduğum bir grup davetlinin karşısında ve tüm Türkiye'nin önünde güçlendirilmiş parlamenter sistem imzası atacak altı liderden Meral Akşener, bu toplantı öncesi gerçekleştirdiği son grup toplantısında şöyle bir konuşma yaptı:
"Bugün 31 Mart başarısı konuşuluyor. İyi Parti olmasaydı İstanbul, Ankara, Adana, Antalya ne olacaktı? Bir şey değişti her şey değişti. Bazen hatırlatmakta fayda oluyor. Unutanlar açısından. Arada bir hatırlatmak lazım."
Bu cümlelerin ardından İyi Parti milletvekilleri ayağa kalkarak genel başkanlarını alkışlamaya başladı. Sıradan bir izleyicinin bile 'mesaj CHP'ye' diye düşüneceği bir konuşma. Peki neden ve niye şimdi? CHP ile İyi Parti arasında perde arkasında bir çekişme mi var? Varsa Meral Hanım'ın rahatlıkla ulaştığı-konuştuğu CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile bunu doğrudan konuşması daha iyi olmaz mı? Ya da bir CHP'li çıkıp "Geriye doğru gidersek CHP size ödünç 15 milletvekili vermeseydi 2018 seçimlerine giremeyecektiniz" açıklaması yapsa ne diyeceksiniz? Ve belki de en kritik soru; yeni yer arayan seçmen açısından yeni bir umut doğacakken baştan niye bunu yok etmeye uğraşılıyor?
Sondan başlayalım dedim ya… Bir de Ahlatlıbel'deki zirvenin hemen sonrasına gidelim. halktv.com.tr yazarı, meslektaşım İsmail Saymaz'ın zirveden bir gün sonra yazdığı yazıdaki tespit ve bir İyi Partili 'yetkilinin' cümlesine:
"Ahlatlıbel'de en memnuniyetsiz görünen İyi Parti lideri Meral Akşener'di. O gece pek konuşmadı.İyi Parti'nin bir ağır topuna 'Neden?' diye sordum. Şöyle dedi:
'Üzerinde anlaşılması gereken, sadece parlamenter sistem konusuydu. Ama öyle ileri noktaya taşıdılar ki, gelecekte problem olacak bir yapı inşa ettiler. Yeni partiler kendilerine alan açma mücadelesi veriyor. İleride istekler zirve yapar. Belli konularda anlaşmakta sıkıntı çıkar. Grup kurmaya kadar istekler var. Olması gereken, 'Parlementer sistemde anlaştık' demekti. Büyük anlam yüklendi.'
İyi Partili yetkili, Kılıçdaroğlu'nun cumhurbaşkanı adayı olmak arzusundan ötürü bu aşamaya gelindiğini savunuyor.
Şöyle devam etti:
'Adaylık düşündüğü için herkese taviz vermeye hazır bir halde olduğunu görüyorum. Onun bu halinin sezilmesinin ileride daha büyük sıkıntılar çıkaracağını düşünüyorum.'
Bu önemli kulisten öğreniyoruz ki İyi Partili yetkili "Kılıçdaroğlu'nun herkese taviz vermeye hazır olduğunu" düşünüyormuş. Bu arada Meral Akşener 12 Şubat buluşmasına iki gün kala fotoğraf karesine yeni girecek DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan'ı da isim vermeden eleştirmişti:
"2003-2020 arasındaki dönemde yani AK Parti'nin devri iktidarında Türkiye dikkate değer bir büyüme hikâyesi yazamadı."
Bugün tüm dünya bir savaşı konuşuyor. Türkiye üzerindeki büyük ekonomik ve siyasi risklerle bu savaş ortamına tek adam yönetiminde giriyor. Ve Türkiye içeride "Biz kazandırdık seçimi, iyi de biz olmasak seçime giremezdiniz, herkese taviz veriyor onlar da oy oranına bakmadan masada pay istiyor…" tartışmalarına batmış bir şekilde 28 Şubat'taki ortak toplantıya gidiyoruz.
İyi Parti ve Meral Akşener Türkiye siyaseti için çok önemliler. Oy oranlarını hızla artırdılar. Ama ne İyi Parti'nin oyu ne Meral Hanım'ın siyaset becerisi tek başına önümüzdeki seçimi kazanmaya yetmez. Burada sadece "İyi Parti böyle düşünüyor" diye yargılamak ya da kimi siyasi partilerin yöneticilerinin kulislerde "İyi Parti'ye ne kadar güvenilebilir" sorusunu tartışmak kadar… İyi Parti altılı oluşumda "Kime, neden güvenmiyor"u da konuşmak gerekir. "Meral Akşener parlamenter sistem oluşumunda birlikte, cumhurbaşkanlığı adaylığı sürecinde farklı bir tutum takınır mı?" sorusu Türkiye siyasetinin gündemine girebilir. Tüm güçlüklerine rağmen bu durum en çok Tayyip Erdoğan'ı sevindirecektir.