Türkiye’nin önemli siyasi figürlerinden biri Ekrem İmamoğlu. Kimileri onu ‘Tayyip Erdoğan’a’ benzetiyor; geçtiği siyasi aşamalar açısından ya da kimi aldığı pozisyonlarla. İstanbul’da 2019’da iptal edilen seçimler sırasında ve sonrasında, kendine siyasi yasak getiren mahkeme kararında, 2023 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde onu halka hitap ederken gördük. 28 Mayıs sonrası ‘değişim’ kelimesini ortaya attıktan sonra CHP içinde vermeye başladığı liderlik mücadelesini de izlemeye başladık. Ancak İmamoğlu ‘nasıl bir değişim’ istediğinin siyasal ana hatlarını bugüne kadar net bir şekilde ortaya koymamıştı. Bu konuda ilk önemli ipuçlarını Oksijen Gazetesi’nde yazdığı yazıyla ortaya koymuş oldu. Ekrem İmamoğlu ilk defa günlük siyasetin ötesinde kendini anlatmaya başladı. Şimdiye kadar başta gazeteciler hep başkaları onu tanımladı.
Yazıda üç önemli yerin altını çizmek istiyorum. Birincisi Türkiye’nin bundan sonra yönetilme şekliyle ilgili kısım. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi CHP ve ortak hareket ettiği muhalefet partilerinin ana/en önemli hedeflerinden biri parlamenter sisteme geri dönmek idi. ‘Güçlendirilmiş parlamenter sistem’ seçmenin en çok duyduğu vaatti. İmamoğlu’nun metninde yönetimle ilgili olarak düşünüp, ele alabileceğimiz kısımda Meclis’e hiç atıf yok. (Meclis kelimesi bir kere, o da Belediye Meclisi için kullanılmış.)
İmamoğlu burada ‘güçlü liderlik’e vurgu yapmış. Şöyle açıklıyor bunu:
"İçinde yaşadığımız zor koşullar birlikte mücadele, ortak akıl ve katılım kadar güçlü liderliği de zorunlu kılıyor. Güçlü liderlik kararlılık, tutarlılık, samimiyet, toplumla duygudaşlık kurma becerisi, toplumun derdini dert edinme hassasiyeti, toplumdaki farklı fikirleri bir bütünlük içinde sentezleme kabiliyeti, toplumsal sorunlar ve farklı pozisyonlara yönelik yüksek duyarlılık gerektirir."
İmamoğlu’nun bu yaklaşımını ‘gerçekçi’ bulan olabilir ancak memleketin uzun süredir yaşadığı ‘deneyim’ en azından bir kesimde soru işareti yaratacaktır. Özellikle liderin gücünün arttıkça ‘toplumla duygudaşlık kurmak’ yerine ‘devletin-küçük bir çevrenin dar kalıplarına sıkışarak toplumdan kopma’ noktasına gelmesi, tabii otoriterleşmesi…
Ekrem İmamoğlu bu noktada ‘demokratik lider’ eklemesini de yapmış. Ancak dediğim gibi ‘güçlü lider’ tanımı altında Türkiye’de ve dünyada yaşanan fazla sayıda kötü örnek var. Demokratik lider tanımında şöyle diyor:
"Demokratik lider hesap veren, şeffaf, toplum tarafından izlenebilen, denetlenebilen bir kişi olmalıdır. Demokratik lider partisinin ilkelerine bağlı olur ama partizanlık yapmaz."
İmamoğlu’nun ‘güçlü-demokratik lider’ tanımı arkasından kullandığı kelime ise ‘cesaret’. Bu kelimeyi kullandığı yer ise kritik. ‘Açık yaralar’ olarak tarif ettiği Kürt ve Alevi sorunu. Şöyle diyor:
"Cesur demokrasi için cesur liderlik gerekmektedir. Türkiye’nin toplumsal barışını hakkıyla tesis etmemizi engelleyen, yüzyılı aşan büyük meseleleri vardır. Ülkemizin farklı düzeylerde yönetimine talip olan siyasal liderlerin öncelikle kendini dışlanmış hisseden vatandaşlarımızın ve toplum kesimlerinin sorunlarını çözmek için cesaretle hareket etmeleri bugün bir zorunluluktur. Demokratik liderlik başta Kürt ve Alevi sorunu olmak üzere ülkenin açık yaralarını iyileştirmek için gerekli zemini titizlikle inşa eder. Risk almaktan kaçınmaz. Ülkemizin birlikteliğini güçlendirecek çözümler için cesur ve kararlı bir irade ortaya koyar."
Ekrem İmamoğlu’nun pek muhtemel önümüzdeki dönemde daha da açacağı ‘Kürt ve Alevi sorunu’ konusu önemli. Yazının bir bölümünde ‘kayyım’ uygulamasına da karşı duran İmamoğlu’nun ‘cesaret’ diye tarif ettiği nokta şekli aynı olmasa da bir zamanlar ‘çözüm süreci’ olarak tarif edilen arayışa benzetilebilir. Ancak buradaki kritik nokta ‘açık yaraları iyileştirmek için gerekli zemini inşa’ kısmı. Yani iki kişinin dudağı arasına ya da kapalı kapılar arkasına sıkışmayacak, toplumun genelinin tartışacağı bir ‘şeffaf’ ortamdan bahsediliyor.
Liderlik konusunu bir noktayla kapatayım. AKP sadece bir parti, Erdoğan sadece bir lider değil oy verenlere göre. Milyonların birlikte var olarak kendini güvene aldığını düşündüğü bir yapı/isim. (Eminim pek çok kişinin aklına Hobbes Leviathan geldi.) İmamoğlu vites yükselteceği anlaşılan yeni siyasi sürecinde (pek muhtemel CHP Genel Başkanlık yarışında) bu noktayı düşünüyor olabilir.
Yazıda dikkatimi çeken diğer kısım ‘yönetim modeli’. Merkezden yönetme yerine yerel yönetimlerin güçlendirilmesi. Bu tartışıldığı zaman akla Türkiye’nin de çekince koyarak 3 Ekim 1992’de imzaladığı (Cumhurbaşkanı Turgut Özal-Başbakan Süleyman Demirel idi) Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı geliyor. Ve tabii ‘Türkiye bu şekilde bölünmek isteniyor’ tartışmaları. Üniter-ulus devlet modeline aykırı olduğunu düşünenler var. İmamoğlu bu şarta doğrudan atıf yapmıyor ama yerel yönetimlerin güçlenmesini öneriyor:
"….Çözümlerin önemli bir kısmının toplumun yaşam alanını oluşturan yerelden başlayacağına; yerelden ulusala, ulusaldan küresele doğru cesur ve yaratıcı çözümlerle hayat bulacağına inanıyorum. Şunu ifade etmeliyim ki, yerel siyaset ulusal siyasetin altında, hiyerarşide ikinci sınıf bir siyaset alanı değildir.
Merkezi idare vatandaşların iradesi ile seçilen yerel yönetimlere müdahale edip onlar üzerinde vesayet kuramamalıdır. Merkezi iktidar yerel iktidarı temsil eden belediye başkanlarını siyasi gerekçelerle görevden alamamalı, kayyumlar atayamamalıdır."
Ekrem İmamoğlu bir zamanlar, iktidarının başında 2004 yılında AKP ve Erdoğan’ın da benzer bir süreci önemsediğini, önerdiğini biliyordur-hatırlayacaktır. Ancak Erdoğan tek adamlığa giden süreçte yerel ya da genel-kurumsal tüm yetkileri elinde topladı.
Yazıda ele almak istediğim son konu ‘ideolojik’. Soru şu: İmamoğlu solcu – sosyal demokrat mı yoksa sağa yakın bir isim mi? Eğer kendi ayrı bir parti ya da hareket kurmayacak ise bunun yanıtı önemli. Yazıdan anladığım şey CHP içinde mücadele edeceği. İki noktada ‘sosyal demokrasi-sosyal devlet’ ile ilgili mesaj var:
"2008’den beri dünya ekonomisindeki çalkantılar bitmedi. Ama daha önemlisi, sosyal adaleti umursamayan ekonomi politikalarının sonucu artan gelir eşitsizliği Türkiye dahil birçok ülkede yoğun borçlanmaya, derin yoksulluğa, evsizliğe, yetersiz beslenmeye yol açıyor."
İmamoğlu’nun ‘sosyal adaleti umursamayan ekonomi politikaları’ dediği Türkiye’yi de kasıp kavuran neo-liberal politikalar.
Başka bir cümlesi ‘emek’ üzerine:
"CHP’nin, kuruluş ilkeleri ışığında emeği önceleyerek toplumun gerek örgütlü gerek örgütsüz kesimleriyle güçlü bağlar kurduğu yeni bir teşkilat mimarisini oluşturacak tarihsel birikimi, ideolojik donanımı ve insan kaynağı mevcuttur."
Bitirirken…
Türkiye uzun süredir isimleri konuşuyor. İmamoğlu toplumun önüne tartışmak için bir metin sunuyor. Bu önemli. Benim gibi ‘güçlü lider’ isteğinden endişe duyanlar, Meclis’in yeniden önemli bir işleve kavuşması gerektiğini-kavuşacağını düşünenler olabilir. Ancak bu bir yol haritasıdır ve yazının içinde şekillenmenin toplumun değişik kesimlerinin katkısıyla yapılması gerektiğinin-yapılacağının altı çizilmektedir.
Erdoğan 1994’te İstanbul’a belediye başkanı olduğunda önce memleketin bu en büyük kentinden sonra genelinde kendisiyle beraber büyüyen-hareket eden bir taban yaratmıştı. 2000 sonrasında kentlere gecekonduda doğmuş büyümüş, sıkıntılarını çekmiş ve orada yaşamın zorlu kurallarını iyi bilen ikinci ve üçüncü nesil çocukları olan yeni kentliler damgasını vurmaya başladı. Göç almış kentlerde yerel siyasette yeni yerleşenler ve onları himaye edenler etkili oldu. Bu kadroları başarılı kılan ve daha sonra merkeze taşıyacak olan etkinin siyasal, ideolojik, kültürel boyutları vardı. Erdoğan’ın belediye başkanlığı sırasında ve iktidara geldikten sonra yerel yönetimlerin sosyal yardımları yaygınlaştırması yerel iktidardaki siyasal partilerin sadece muhafazakar seçmenler değil, aynı zamanda, yeni kentli, yeni İstanbullu bazı gruplar tarafından da desteklenmesi sonucunu doğurdu. (Türkiye’de Yerel Politikanın Yükselişi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Örneği 1984-2004 Nihal İncioğlu- Sema Erder /Bilgi Üniversitesi Yayınları).
Ekrem İmamoğlu sosyal demokrat tabana dayanan ama ülkenin tüm kesimlerini kapsayacak bir modeli-yapıyı ortaya çıkarabilecek mi bilmiyorum. Ama BM Genel Sekteteri Guterres’in ‘küresel ısınma çağı bitti küresel kaynama çağı başladı’ dediği süreçte ‘iklimi’, hem iklim hem savaşlar nedeniyle artacak göçü, bir arada barış içinde yaşamanın yollarını, sosyal adaleti, özgürlükleri, hukuku konuşacak metinlerin, tartışmaların sayısının artmasını diliyorum. Oksijen’deki yazının tamamını okumanızı öneriyorum.
Murat Sabuncu kimdir?Murat Sabuncu İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi bölümünü bitirdi. Boğaziçi Üniversitesi'nde İşletmecilik Sertifikası programını tamamladı. İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde Medya ve İletişim Sistemleri konusunda yüksek lisans yaptı. Dergi, gazete, radyo, televizyon, internet haber sitelerinde muhabirlik, editörlük, yayın koordinatörlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı yaptı. En uzun süre Milliyet gazetesinde çalıştı. Tempo dergisinde genel yayın yönetmenliği, Fortune dergisinde kurucu yönetmenlik yaptı. Skytürk 360'da ekonomiden politikaya değişik programlar hazırladı, sundu. Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni oldu, ikinci ayında tutuklanıp Silivri Kapalı Cezaevi'ne gönderildi. Hapsedildiği cezaevinde 1,5 yıl tutuklu kaldı. T24'te köşe yazarlığı, yapıyor. 2016 yılından beri pasaportu ve sürekli basın kartı verilmiyor. Yargıtay'ın iki kere verdiği beraat kararına rağmen 7,5 yıl hapis cezası talebi içeren dosyası, Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nda bekliyor. Bölgeden tanıklıklarını ve izlenimlerini "Gazze: Mahsuscuktan Bir Aşk Hikâyesi" adıyla yayımlanan kitabında paylaştı. Sedat Simavi Gazetecilik Ödülü sahibi. Sorbonne'da hukuk doktorası yapan bir oğlu, Nuri isimli bir kedisi var. |