Tuhaf bir huyum var. Yeni bir kitabı ilk elime aldığımda rastgele bir sayfasını açıp okurum. Sanki kitabın ve hayatın rotasını o sayfadaki cümleler belirleyecek diye düşünürüm. Aynısını yaptım. Sayfanın sonunda ‘Cebimdeki son parayla İstiklal’de tavuk döner -ayran aldım’ yazıyordu.
İlginç bir tesadüf o sırada İstiklal’deydim. Etrafıma baktım. Her zamanki gibi çok kalabalıktı. Birbirine değmeden, ne yaşıyor, ne hissediyor diye düşünmeden bir baştan öte başa 24 saat akan binlerce insan.
“Bazen en kalabalık ortamlarda bile kendinizi yalnız hissettiğiniz olur. Bütün evrende sizin varlığınızdan haberdar olan tek kişi yine sizmişsiniz gibi. Bu yalnızlığa giden yolun her bir taşını kendinizin ördüğü anlamında ise…”
Şimdi ikinci kitabı elimde olan yazarın ilk kitabındaki (Seher) bu cümleler geldi aklıma. Sonra düşündüm. Bazen sizi sıkıştırdıkları (öyle sandıkları) bir alanda dışarıdan çok daha kalabalık çok daha ‘özgür’ olursunuz. Bazen dışarıdasınızdır ama gücün, paranın, iktidarın esiri...
İlk kitabını Silivri’deki ‘zorunlu ikamette’ okumuştum. İkincisini ‘şimdilik özgür’ iyot kokusunu içime çektiğim bir bankın üzerinde. Hemen hemen aynı günlerde tutuklanmıştık. Biz şimdi ‘verilen cezalarımızla’ Yargıtay’ı bekliyoruz. O AİHM kararına rağmen (bu karar by-pass edilerek) hâlâ cezaevinde. Selahattin Demirtaş’ın yeni kitabı ‘Devran’ üzerine bu yazı. Bu kitabı okumak; bir hapishanenin demir parmaklıklarından dışarıya uzatılan bir eli tutmak gibi. Tuttuğunuz el sizi; Diyarbakır’dan Erzurum’a, Bodrum’dan Datça’ya bazen utandıran bazen düşündüren kimi zaman gülümseten pek çok hayata konuk ediyor. İlk ve ikinci kitap arasında gözlemlediğim farklar var. İlkinde Demirtaş’ın Türkiye siyasetine de renk katan ince mizah anlayışının izlerine daha çok rastlarken ikincide bunun azalmış olduğunu gördüm. Ancak Demirtaş yeni kitabında sanki hayattan koparılmasına inat (hayaller hapsedilemez) daha detaylı doğa-insan-mekan tasvirleri yapmış:
“…İlerideki yamaçlardaki sık ormanlığın yerini çalılar ve küçük ağaçlar alır olmuştu. Karın tamamen örttüğü ağaçlar sarp araziye küçük beyaz tümsekler gibi serpilmişti sanki…”
“…Esmer teni saçı ve sakalının akını belirginleştiriyordu. Kurumuş nasırlı ellerinin damarları derisinin üstünde gibiydi. Kırlaşmış kalın kaşları, iri siyah gözleri ve uzun yüzüyle bir bilge gibi duruyordu.”
“…Oda üç tarafında yere serili minderlerle tam bir köy odasıydı. Minderlerin üzerindeki rengarenk kilimler, cacımlar yerdeki halılarla birlikte tam bir renk cümbüşü oluşturuyordu. Yan duvarda işlemeli beyaz kılıfın içinde bir Kuran-ı Kerim asılıydı.”
Kitaptan beni etkileyen öykülerden- kimi cümlelerden çok sayıda not aldım. En çarpıldığım iki öykü. Biri kitaba da adını veren ‘gün olur devran döner…’diğeri ‘insan kalabilmek…’
Önce ilki… Bir zamanların savcısı, sonradan avukat Salim Bey’in hikâyesi… Oğlu bir kaza geçirdikten sonra ‘evlat acısını anlayıp’ geçmişiyle yüzleşmeye Erzurum’a bir köye gidişi. Orada ‘canını yaktığı bir başkasının evladı ana babayla’ buluşması ancak yüzleşemeden geri dönüşü… Babanın ‘savcı’yı evde en iyi şekilde ağırlayıp, tanımadığını sanarak tam evden ayrılırken yanına verdiği ‘ağır’ bir yük: İnce bir evrak çantası. O çantadan dökülen, işkencede ölen evladın arkasından yazılan ve hiçbiri dikkate alınmayan ‘onlarca şikâyet dilekçesi’, sararmış gazete kupürlerindeki haberler ve Devran’ın siyah beyaz fotoğrafı.
Bu sarsıcı öyküyü okurken aklımda aylardır ‘İstiklal Caddesi’nin kapatıldığı Cumartesi Anneleri/İnsanları… Ne çok acı hikâye birikti bu topraklarda. Ve ne hoyratça davranıldı bu toprakların evlatlarına…
Ve diğer öykü… Oradaki bir cümle:
“Bodrum’da yanmayana insan mı denir?”
Çalışmak için Bodrum’a gelen Cizreli bir genç adama, denizde boğulmakla-yaşama tutunmak arasında geçen bir zamanda lüks bir yattan duyduğu bu cümle şunu düşündürüyordu:
“Yarı tanrı olmakla ezilen olmak dışında bir de insan olmak vardı ,insan kalabilmek ... Bodrumda yanmayana, bodrumda yananlara yüreği yanmayanlara insan mı denir? Binlerce yıldır değişmeyen cevap hep aynıydı oysa, mesele insan kalabilmekti, bedeli Cizre’de bodrumda yanmak da olsa…”
Kitapta ilk işinde pişman olmuş bir kapkaççının ‘devrimcilerle’ karşılaşması onları anlamaya çalışması da var:
“Devrimci olduklarına göre onlar da fakirler ya da fakir oldukları için devrimciler…”
Ataması yapılmadığı için servis şoförlüğü yapan bir öğretmenin aşık olduğu kadını korkudan savunamaması da:
“Ezik bir fizik öğretmeni ne öğretebilir ki çocuklara ‘direnmek güzeldir çocuklar, bu bir fizik kanunudur diyecek halim yok. Gurur duyacağınız bir şey yoksa da utanç duyacağınız bir şey olmasın hayatta. Yoksa bu şey taşıyamayacağınız kadar ağır gelir ve altında ezilirsiniz…”
138 sayfa, 14 öykü… Siyasete girmeden önce hukukçu, hak savunucusu Demirtaş, 2.5 yıllık hapis hayatında da unutmadığı, muhtemelen çoğuna şahitlik ettiği/dinlediği gerçekliklerden öyküler çıkarmış. Kitabın kapağındaki resim ilkinde olduğu gibi kardeşi Bahar Demirtaş’a ait… İlkinde kapağın soluna yerleşmiş ‘yüzünün yarısını gördüğümüz bir kadın’ ikincisinde sağına yerleşmiş ‘yüzünün yarısını gördüğümüz bir erkek’…Sanki resimler yarım kalmış ‘barışı, umudu’ temsil ediyor… Bir gün birbirimizin yüzüne bakabilmemiz, yarım kalmış umutları sonuca ulaştırmamız için hukuksuzluğun, haksızlığın kime yapıldığı ile değil hukuksuzluk, haksızlığın kendisi ile ilgilenmeliyiz. Demir parmaklık ardından uzanan el gibi ‘devran’…Okumalı…