Körebe oynardık küçükken.
Bağlı gözlerimizle birbirimizi bulmaya, dokunmaya çalışırdık.
Küçük bir alanda...
Diğerini hissederdik ya da çıkardığı sese giderdik.
Bazen ya bezin inceliğinden ya da koşuştururken sıyrılımasından etraf görünürdü.
Er ya da geç, hislerimizle veya görerek...
Bulurduk birbirimizi ve dokunurduk.
Sıra gelirdi diğerine..
Bu kez o...
Bayramın son günü Okmeydanı'nda, bir parkta, hapisteki çocuklarının açlık grevine destek veren annelerin yanına giderken aklımda körebe oyunu...
Gözlerimiz bağlı sanki...
Dokunamıyoruz, hissedemiyoruz, bulamıyoruz birbirimizi...
Savruluyoruz bir yandan öte yana...
Ölüme gidenleri görmemezlikten gelenlerden "o gençler değil kendileri yatsınlar ölüm orucuna"ya, "gerekirse görüşülebilir"den, "soytarıya" uzanan geniş bir yelpaze...
Siyasetçiler...
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu mesela.
Bir kaç gün önce Milliyet'te Fikret Bila'ya "Öcalan ile yeni bir Oslo süreci ile sorunun" çözülemeyeceğini düşündüğünü söylemesi...
Ardından açlık grevlerini bitirme çağrısı yaparken kendi siyasi hayatını feda edebileceğinden bahsetmesi...
Açlık grevlerinin ilk şartının Öcalan'ı sürece dahil etme çabası, tecritin kaldırılması isteğinin olduğunu bilen ama "siyaseten bireysel feda"dan bahsetmeyi daha kolay ve "nasıl olsa yakın gelecekte gerçek olmayacağının" farkında anamuhalefet lideri..
Ya hükümet..
Önce; Başbakan Tayyip Erdoğan'ın gerekirse İmralı ile yeni bir görüşme sürecinin başlatılabileceği açıklaması..
Ardından Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in bayrama girerken açlık grevindekilerle görüşmesi..."Sesinizi duyduk artık bitirin " cümleleri.
Tüm bunlardan sonra Başbakan'ın en yakınındaki isimlerden Yalçın Akdoğan'ın Star Gazetesi'ndeki yazısı:
"Ölüm üzerinden hesap yapan sözümona 'önderlik' soytarılarına laf söyleyemeyenler, dönüp hükümete laf söylemeyi demokrasi savunuculuğu zannediyorlar. Bu tür eylemlerin zamanın gerçekleriyle örtüşen hiçbir yanı yoktur. "
Bu kadar laf, söz, konuşma...
Peki sonuç..
Açlık grevlerinde 47. gün...
Aklımda kelimeler ayakkabılarımı çıkartıp parktaki çadırdan içeri giriyorum.
Sol tarafta kadınlar..
Greve destek verenlerin başında kırmızı bantlar...
Sağ tarafta erkekler...
Hapisteki kızı açlık grevinde olan bir annenin karşısına oturuyorum.
Hem o hem etrafındakiler gazeteci olduğumu duyunca "doğruları, söylediklerimizi yazın" diye başlıyorlar konuşmaya...
Çocukları için endişeliler...
"Ama bak" diyor bir diğer kadın...
"Sadece kendi evlatlarımızın değil tüm evlatların, askerin, polisin, dağdakinin hepsinin hayatı için endişemiz"...
Şırnak'tan göç eden ve köyüne dönmekten endişe eden bir diğer kadın "haberleri içim titreyerek dinliyorum" diyor.
Bir diğeri hükümete Kürt sorununun çözümünde duydukları güvenin bitmek üzere olduğunu anlatıyor.
O sırada çadırda duyduğum en ilginç cümleyi sarfediyor kadınlardan biri:
"Kürtler bu cumhuriyet kurulurken, Atatürk döneminde büyük acılar çekti. Ama şimdi o bile olsaydı sorunun çözümünde daha aktif rol oynardı."
Sonra kadınların çözümde daha önemli bir rol oynayabileceği, yüreklerinin erkeklerden daha merhametli yeri geldiğinde daha cesur oldukları konuşuluyor.
Oradakilerden biri "sen de erkeksin alınma" diyor çadırın o en kısa ve tek gülüş anı yaşanıyor.
Sonra şarkılar ve ağıtlar başlıyor.
Beni en çarpanlardan birini Rozerin söylüyor.
O henüz 10 yaşında...
Yaşıtları çadırın hemen arkasındaki oyun parkında salıncaktan sallanırken..
O bir açlık grevi çadırında..
İçinde bombalanan köylerin, ölen insanların geçtiği bir ağıtı okuyor.