Murat Sabuncu

17 Ocak 2025

2 kilometre arayla 2 farklı alandan ‘demokrasi’ notları: Ana muhalefete yargı atağı büyüyor, 28 Şubat’taki ikna odalarının benzeri Boğaziçi’nde kuruldu

Tüm CHP için bir tanım yapmak gerekirse belki de ilk başlanması gereken yer parti içine konuşmak-parti içi rekabet-dedikodu yerine memleket ile ilgili konularda artık ayrımsız yan yana durarak ortak demokrasi mücadelesini yürütmek-büyütmek. İmamoğlu’nun “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz”i partililere bir birlik çağrısı olarak da okunabilir

Sabah saat sekiz sıraları. Hava yeni aydınlanıyor oldukça soğuk. Beşiktaş Belediyesi’nin önüne gidiyorum. Birkaç saat evvel CHP’li Belediye Başkanı Rıza Akpolat tutuklandı. Belediyeye girişin önünde çok sayıda polis otobüsü var. Bina önünde az sayıda partili ve gazeteciler. Bir gün önce CHP Genel Başkanı Özgür Özel, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın da aralarında olduğu çok sayıda belediye başkanı burada düzenlenen mitinge katıldı. Özel konuşmasında Erdoğan’a şöyle seslendi:

“Ey Erdoğan! Rıza Başkan'ın İhsan Aktaş ile özel bir irtibatı yok. Ama İhsan Aktaş'ın Ankara'da çalışan Meclis'e bir gece yarısı kendine özel bir madde ekletebilecek gücü var. Sen İhsan Aktaş kiminle temas etti diye arıyorsan yanı başına bak. Bir kişi üzerinden karalama yapalım derken Allah şaşırttı sizi.”

Özel’in de belirttiği gibi Aktaş pek çok AKP’li belediyeyle iş yapıyor hatta sahibi olduğu “Avrupa’nın en büyük akaryakıt istasyonu” diye lanse edilen yer için Meclis’te “özel madde” çıkartılıyor. Ancak iktidarın sahip olduğu medya gücü-kanalları vasıtasıyla kamuoyuna bu bilgi ne kadar aktarılabiliyor? ‘Devletin ajansı’ olarak bilinen Anadolu Ajansı (daha önce iktidar gazetelerine özel servis yapılırdı) birkaç saat içinde, sabaha karşı ifadeleri, Savcılığın iddialarını servis yapıyor. Elbette AKP ile pek çok yerde, uzun süre iş yapılmasından çok ‘CHP’li belediye-başkan’ noktaları tüm iktidar yanlısı medya kuruluşlarınca öne çıkartılarak. Şu notun da altını çizeyim ‘sorunlu bir işlemi (elbette varsa) kimin yaptığının, daha önce kimlerle iş birliği içinde olunduğunun ne önemi var?

Rıza Akpolat adliyeye sevk edilirken

Burada yargı konusu devreye giriyor elbet. Uzun zamandır iktidar muhaliflerine karşı çalışan yargı. İmamoğlu bu konuda şunları söylüyor:  

“Düşünsenize kafasına estiği gibi hareket eden bir avuç yargı mensubu güdümlü talimatla tabiri caizse otoriter aklın ve anlayışın maşası gibi hareket etme bilinciyle siyasi müsteşarlık yaparak hem de şehvetle yaparak milletin iradesini gasp etmeye çalışıyorlar. Tam da yapılan bu siyasi operasyonlar, siyaset eliyle yargıyı dizayn etme çabaları aslında hukuk ve demokrasiyi kabul etmeyen iktidarın bu ülkeyi muhalefetsiz bir hale getirme çabasıdır.”

İmamoğlu’nun deyimiyle ‘muhalefetsiz Türkiye istiyorlar.’ Yıllardır HDP’nin, DEM’in kazandığı belediyelere kayyım operasyonları bir süre önce CHP’li Esenyurt Belediyesine, ardından Tunceli Ovacık Belediyesine ‘uğramıştı’. Burada öne çıkartılan konu başlığı ‘terör’dü. Şimdi ‘yolsuzluk’tan bahsediliyor. Bir yandan belediyelere dönük operasyonlar ya da yapılanları durdurmaya yönelik kararlar (kreş kapatılma istenmesi gibi) öte yandan ‘ahmak davası’ olarak bilinen davada İmamoğlu’na getirilmek istenen siyasi yasak aslında durumu özetliyor.

İmamoğlu'nun partililere birlik çağrısı

Her alanda ‘dokunulmaz’-‘tartışılmaz’ AKP iktidarı bir yanda, eldeki yargı-algı gücüyle üzerine gidilen, itibarsızlaştırılmaya çalışılan CHP öte yanda. Ben belediye önündekilere sohbet eder, not alırken Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu erkenden belediyeye gelmiş ‘bundan sonraki yol haritasına’ çalışıyorlardı. Tüm CHP için bir tanım yapmak gerekirse belki de ilk başlanması gereken yer parti içine konuşmak-parti içi rekabet-dedikodu yerine memleket ile ilgili konularda artık ayrımsız yan yana durarak ortak demokrasi mücadelesini yürütmek-büyütmek. İmamoğlu’nun “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz”i partililere bir birlik çağrısı olarak da okunabilir.   

Beşiktaş Belediyesi’nden çıktıktan sonra yaklaşık iki kilometre ötesindeki Boğaziçi Üniversitesi’ne gidiyorum. Üniversitenin önü polis dolu. Çünkü bugün Ocak 2021’de ‘kayyım rektör atanmasının ardından’ Boğaziçi Üniversitesi’nde her iş günü saat 12:15-12:30 arası cüppelerini giyip, sırtlarını rektörlük binasına dönerek nöbet tutmakta, son derece barışçıl bir şekilde kurumsal yapının yıkımını protesto etmekte ve özgür ve özerk üniversite idealinden vazgeçmeyeceklerini dile getirmekte olan’ akademisyenlerin nöbetinin 1000’inci günü. Bir gün önce buluştuğum üniversiteden dört akademisyen gelinen durumu şöyle anlattı:

“Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılanlar elbette sadece bu kuruma yapılan müdahaleler değil. Ülkemizdeki yükseköğretim tümüyle özerkliğini yitirmiş ve iktidarın ideolojik değerlerini gençliğe dayattığı bir sosyal mühendislik projesine dönüştü. 4 Haziran 2024’te Anayasa Mahkemesi rektör atamalarında Cumhurbaşkanını hiçbir başka kurumun dahli olmadan tek belirleyici haline getirecek şekilde 2547 Sayılı Kanun'u değiştiren Kanun Hükmünde Kararname (KHK) düzenlemesini anayasaya aykırı bularak oybirliğiyle iptal etti. Bu iptal kararıyla, bu süreçte yapılmış olan tüm kayyım rektör atamaları siyasi olarak gayrimeşru bir zemine kaydı. AYM, bu konuda kanuni düzenleme yapılması için 12 ay süre tanıdı. Bu süre zarfında özerkliğin güvence altına alınması, rektörlerin, kurumun hiçbir bileşeninin rızası ve/veya güvenoyu alınmadan, tepeden inme bir şekilde atanmasını engelleyecek bir düzenleme yapılması elzemdir. Rektörlerin tüm siyasi etkilerden uzak, sadece bilimsel liyakat ve üstün kamu hizmeti ilkelerine göre üniversite tarafından belirlenmesi önceliktir.”

Boğaziçi direnişi

Peki bu 1000 günde ne yaşandı? Boğaziçili akademisyenler şöyle anlatıyor:  

“Akademik özerklik yalnızca rektörün üniversite tarafından belirlenmesiyle sınırlı bir kavram değil. Örneğin, kamu yararına ilişkin herhangi bir akademik ihtiyaç, ön değerlendirme ve talep olmadan ve Üniversite Senatosu’nda görüşülmeden 5/2/2021 tarihinde Hukuk Fakültesi ve İletişim Fakültesi ve daha sonra 30/12/2021 tarihinde ilgili bölümlerin gerekçeli olumsuz görüşlerine rağmen, hiçbir ayrıntılı akademik tartışma yapılmadan Rektörlüğe bağlı Veri Bilimi ve Yapay Zekâ Enstitüsü kurulmuştur. Böyle bir keyfilik ve merkeziyetçi anlayış özerk üniversitenin tanımına aykırıdır.

Benzer şekilde, üniversiteyi ilgilendiren konuların istişare ve ortak akıl ile alınması da çok önemlidir. Maalesef Boğaziçi Üniversitesinde akademik birimlerin görüş ve talepleri tamamen göz ardı edilerek verilen kararlara iyi bir örnek Aralık 2023 tarihli Senatoda fakültelerin yeniden yapılandırılmasına dair tepeden inme alınan karardır. Buna göre, Fen-Edebiyat Fakültesi, “İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi” ve “Fen Fakültesi” olarak ikiye ayrıldı, daha bir yıl önce kurulan Yönetim Bilimleri Fakülteleri’nin bölümleri de İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi altına toplandı. Bu kadar büyük yapısal bir değişim kararının senatoda son derece hızlı ve keyfi şekilde alınabilmesi, üniversitedeki üst kurulların gayrimeşru yöntemlerce dekanların mesnetsizce görevden alınması, senato üyelerinin birden fazla idari pozisyona atanıp mükerrer oy kullanması, üniversitede hiçbir idari deneyimi olmayan kişilerin önemli görevlere atanması gibi örnekler üniversitenin ele geçirildiğini gözler önüne serdi.”

"Liyakat krizi, Boğaziçi'nde kısa sürede ve yoğun şekilde etkisini göstermiştir"

Okulda yıllardır ana düsturu ‘bilim ve liyakata’ dayandırmış akademisyenler 2021’den bu yana okula gelenlerin çoğunluğunu ‘siyasi saiklerle’ alındığını, kimilerinin bunu açıkça söylediğini de belirterek yaşananlarla ilgili şöyle diyor:

“Boğaziçi Üniversitesi’ne verilen en büyük hasarlardan biri de 2021’den beri akademik ve idari istihdam politikaların liyakat ve şeffaflık prensipleri üzerinden yürütülmemesi; atama ve yükseltme süreçlerinin birimlerin talep ve ihtiyaçları çerçevesinde belirlenmemesidir. Tam aksine, siyasal kadrolaşmanın kapısı sonuna kadar açıldı. Son dört yılda Boğaziçi Üniversitesi’nde “paraşüt” olarak adlandırılan-bilinen 100’ü aşkın akademisyen, çoğu zaman liyakat dışı saiklerle işe alındı. Atamalardan bazıları ilgili birim ve fakülte görüşü sorulmaksızın tek rektör imzasıyla, bazıları da birim ve Fakülte Yönetim Kurullarının olumsuz görüş ve kararlarına rağmen ve hepsi kişiye özel kadro ilanları ile yapıldı. Maalesef aynı süreçte tam zamanlı kadroda görev yapan 60’ı aşkın öğretim elemanı (profesör, doçent ve doktor öğretim görevlisi kadrosunda) yükseltme başvuruları işleme alınmadığı, sözleşmeleri yenilenmediği, araştırma görevlendirmelerine onay verilmediği için ya da mesnetsiz açılan disiplin soruşturmaları nedeniyle kurumdan ayrılmak zorunda bırakılmıştır. Bu 'liyakat krizi,' diğer üniversitelerde de benzer şekilde görülmekle birlikte, Boğaziçi Üniversitesi'nde kısa sürede ve yoğun şekilde etkisini göstermiştir. Bu durum, tüm kurumsal yapıyı sarsarak kurumun akademik niteliğini ve güvenilirliğini ciddi şekilde tehdit etmektedir. Nitekim, bazı öğretim üyelerinin kadroya atandıkları bölümlerin temel alan derslerini dahi verebilecek yetkinliğe sahip olmadığı görülmüştür.”

Tüm anlatılanlar içinde duyduğumda beni en şaşırtan konu ise üniversite içinde ‘ikna odaları’nın kurulmuş olması bilgisiydi. Önce kısa bir hatırlatma. Türkiye’de demokrasi-özgürlükler tarihinin en utanç verici sayfalarından biri 28 Şubat sürecinde başörtülü öğrencilere getirilen yasak ve onların başörtüsünü çıkarmaya teşvik için ‘kimi üniversite bünyelerinde oluşturulan’ ikna odalarıydı. Bu arada Boğaziçi Üniversitesi başka okullar başörtüsü yasakları getirirken başörtülü öğrencilerle akademik anlamda da dayanışarak, hakları olan özgürlükler konusunda yan yana durarak bu uygulamaya karşı çıkmış nadir üniversitelerden. Üstün Ergüder’in rektörlüğü döneminde de ‘yasak konusuna’ net karşı çıkmış bir üniversite yönetiminden bahsetmek şart.

Boğaziçili akademisyenler yeni ‘ikna odalarını’ şöyle anlatıyor:

“Akademik yükseltmeleri ya da izinleri gelen akademisyenler, 4-5 kişilik bir kayyım rektörlük heyetinin karşısına çıkarılıyor. Bu “ikna odalarında” akademisyenin yönetime nasıl ve ne derece itiraz ettiği araştırılmakta ve kendisine eğer yükselmek istiyorsa, biat etmesi ve eğer varsa davasını geri çekmesi gerektiği söylenmekte. İtiraz eden akademisyenler ya yükseltilmemekte ya da haklarında disiplin soruşturmaları açılmakta. Mesnetsizce açılan disiplin ve YÖK soruşturmalarından bir kısmı, bazı öğretim üyelerimizin kampüsten uzaklaştırılmasına kadar vardı. Kampüse girişi yasaklı kişilerin kapsamı giderek artmakta, nöbetlerde sıklıkla yer alan, üniversiteye yıllarca emek vermiş emekli hocaların da dersleri kasıtlı şekilde iptal edilmekte ve kampüse girişleri engellenmekte.”

Akademik anlamda da siyasi anlamda da utanç verici günler-kararlar.

Bitirirken…

Bugün Boğaziçili akademisyenlerin eyleminin 1000. günü…

Bugün AİHM kararına rağmen serbest bırakılmayan Osman Kavala’nın hapiste 2 bin 635’inci günü…

Pazar günü Gezi tutukluları Tayfun Kahraman, Can Atalay, Çiğdem Mater, Mine Özerden’in tutukluluklarının 1000. Günü…

Pazar günü Hrant Dink’in katledilişinin 6 bin 570’inci günü…

Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ 3 bin 100 gündür hapiste…

İsimler, sayılar, konular en önemlisi acılar ne yazık ki azalmıyor, artıyor.

Zor günler…

Murat Sabuncu kimdir? 

Murat Sabuncu İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi bölümünü bitirdi. Boğaziçi Üniversitesi'nde İşletmecilik Sertifikası programını tamamladı. İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde Medya ve İletişim Sistemleri konusunda yüksek lisans yaptı.

Dergi, gazete, radyo, televizyon, internet haber sitelerinde muhabirlik, editörlük, yayın koordinatörlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı yaptı.

En uzun süre Milliyet gazetesinde çalıştı. Tempo dergisinde genel yayın yönetmenliği, Fortune dergisinde kurucu yönetmenlik yaptı. Skytürk 360'da ekonomiden politikaya değişik programlar hazırladı, sundu. 

Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni oldu, ikinci ayında tutuklanıp Silivri Kapalı Cezaevi'ne gönderildi. Hapsedildiği cezaevinde 1,5 yıl tutuklu kaldı. 

T24'te köşe yazarlığı, yapıyor. 2016 yılından beri pasaportu ve sürekli basın kartı verilmiyor. Yargıtay'ın iki kere verdiği beraat kararına rağmen 7,5 yıl hapis cezası talebi içeren dosyası, Yargıtay Ceza Genel Kurulu'nda bekliyor.

Bölgeden tanıklıklarını ve izlenimlerini "Gazze: Mahsuscuktan Bir Aşk Hikâyesi" adıyla yayımlanan kitabında paylaştı. Sedat Simavi Gazetecilik Ödülü ve Ayşenur Zarakolu Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü sahibi. Sorbonne'da hukuk doktorası yapan avukat oğlu, Nuri isimli bir kedisi var.