Türkiye, 2015 Temmuz’unda doludizgin yeniden çatışmalı sürece girdiğinde kararmaya başlamıştık. Nice katliama tanık olmak zorunda kaldık bu süreçte. Karanlığın yoğunluğu giderek arttı. 100 insanımızı bizden alan 10 Ekim 2015 Ankara Katliamı bir zirve olmuştu.
Politik şiddet temelli, kontrollü bir istikrarsızlık atmosferi yaratarak, kendini istikrar vaadi üzerinden yeniden pazarlayabilen ve bu sayede 1 Kasım seçimlerini kazanan AKP, seçim sonrasında ise tam aksine istikrarsızlığı giderek derinleştirmişti. Özellikle Cizre, Sur ve diğer Kürt yerleşim merkezlerinde yaşananlar, fiziksel ve psikolojik tahribatın büyüklüğü, nasıl bir karanlık çağa girdiğimizi bize iyice göstermişti.
Bu karanlık çağ, tankların hendekleri ezdiği Kürt şehirlerinde zaten bir korku tüneli şeklinde yaşanmaya başlanmıştı. 13 Mart Ankara Katliamı’ndan itibaren ise tüm ülke korku tüneline sokulmuş oldu.
13 Mart 2016 Ankara Katliamı
Terör tanımı konusunda dünyada bir uzlaşma yok. Terörün neyi kapsayıp kapsamadığı tanımına göre değişiyor. Ancak bütün terör tanımlarının değişmeyen üç özelliği var: Söz konusu eylem,
- Politik bir hedef gözetecek,
- Toplumda dehşet duygusu yaratacak yoğun şiddet içerecek,
- Sivil (silahsız) insanları hedef alırsa (veya doğrudan hedef almasa bile sivilleri korumak için azami dikkat göstermemişse). Fail, devlet de olabilir (o zaman devlet terörizmi deniyor), devlet-dışı silahlı bir örgüt de.
Sivil insanların hedef alındığı şiddet eylemleri tüm terör tanımlarında, “terör” olarak kabul edilirken; silahlı unsurlara yönelik şiddet eylemleri ise tartışmalı bir alan, ancak bazı tanımlarda “terör” olarak kabul ediliyor.
[Ara not: Silahlı unsurlara yönelik şiddet eylemleri “terör” değil de, savaş ya da iç-savaş gibi bir durumun parçası sayılsa bile, onun da kendine göre kuralları / hukuku oluşturulmuş zaman içinde; sınırsız bir gaddarlık hoş görülmemiş.]
Böyle bir çerçeveden bakıldığında, 13 Mart’ta Ankara Kızılay’da otobüs duraklarında gerçekleştirilip 36 sivil yurttaşımızın katledilmesine yol açan canlı bomba eylemi, daha önceki birçok canlı bomba eyleminde olduğu gibi, katıksız bir terör eylemidir. Bir alçaklık ve insanlığa karşı suç olduğu tereddütsüz bir şekilde vurgulanmalıdır.
Bu eylemi, 5-6 gün sonra TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) üstlenip, mealen “pardon aslında askeri bir hedefimiz vardı, yanlış yerde patladı, özür dileriz” dedi. Bu tür bir eylemden sonra gelen böyle bir özür tabii ki hiç kimse tarafından ciddiye alınmadı. PKK’nin TAK ile arasına mesafe koyma çabası da toplumsal algıda hiçbir karşılık bulmadı. TAK’ın bu tür katıksız terör eylemlerinin tüm sosyo-politik faturasının PKK’ye de çıkarıldığını ve çıkarılacağını belirtmek lazım, zira aralarında var olduğu iddia edilen mesafe bir inandırıcılık içermiyor.
Bu eylemle, bir bütün olarak Kürt siyasi hareketi ciddi bir moral irtifa kaybetti. PKK ve / veya TAK’ın sivillere yönelik (ya da sivilleri de kapsayan) daha önce de birçok terör sınıfına sokulabilecek eylemi olmuştu. Ancak HDP fenomeninin çıkışından beri ilk kez sivillere yönelik bu çapta bir katliamın gerçekleştirilmiş olmasını toplumsal tahayyüldeki kırılma açısından ayrıca not etmemiz gerekir.
Kimi Kürt çevrelerden bu tür eylemleri “Cizre ve Sur gibi yerleşimlerde yaşanan vahşete yönelik öfkeli misillemeler” olarak anlayışla karşılama talepleri duyuldu. Bu tür talepleri “biz de aynı çukura düşüp, insanlığımızı sıfırlamakta bir sakınca görmüyoruz” şeklinde yorumlamaktan başka çaremiz yok.
Bu eylemle birlikte, tüm Türkiye sokakta-dolaşan-ve-nerede-ne-zaman-patlayacağı-belli-olmayan-canlı-bombalar kaygısını iliklerine kadar duymaya başladı. Son bir yılda gördüğümüz daha önceki canlı bomba eylemlerinde, mükemmel olarak sınırları çizilemese de, hedeflenen belli sosyal gruplar ve durumlar olduğu izlenimi edinilebiliyordu. Mitingler, Kürtler, solcular, turistler, güvenlik güçleri, daha önceki canlı bomba eylemlerinde hedef olarak seçilmişti. Dolayısıyla bu kategorilere girmeyen geniş kitlelerin güvenlik hissi o kadar sarsılmamıştı. 13 Mart canlı bomba eylemi, bu geniş / çoğunluk kitlenin güvenlik hissine ciddi darbe vurdu. Bu darbe, “etrafta çok fazla sayıda başka canlı bomba dolaştığına” yönelik haberlerle daha da derinleşti.
Devletin en tepesi, bu kaos ortamında oldukça korkmuş toplumun önüne olabildiğince basitleştirilmiş bir ikilik koydu:
“Ya bizden yanasınız ya da terörden.”
Sanki hayat iki seçeneğe indirgenmek zorundaymış ve de indirgenebilirmiş gibi. Bu iki şiddetperver kutbun birbirini beslediğini ve barış için üçüncü bir yola ihtiyaç duyduğumuzu ne kadar vurgulasak azdır.
İki fil tepişirken olan çimenlere olurmuş misali, barışçıl bir seçeneği temsil edebilecek üçüncü bir yol için çok önemli bir işlev görebilecek barış isteyen akademisyenlere yönelik sindirme politikaları da korku tünelinin önemli bir parçası olarak göze çarptı.
Sokakta güvenlik yok da,
en olması gereken yerde var mı?
13 Mart’ta Türkiye böyle bir korku tüneline girmişken, ertesi gün Barış için Akademisyenler bildirisi imzacısı 3 akademisyen, Esra Mungan, Kıvanç Ersoy ve Muzaffer Kaya, inanılmaz bir akıl yürütmeyle tutuklandılar. [O sırada yurtdışında olan Meral Camcı’nın da 31 Mart’ta yurtdışından kendi isteğiyle dönmesine rağmen “yurtdışına kaçma şüphesi” (!) nedeniyle tutuklanmasıyla tutuklu akademisyen sayısı 4’e çıkmış oldu.]
Tutuklama kararına baktığımızda iki temel argüman öne çıkıyor. Türkiye’deki mevcut egemen zihniyeti kristalleşmiş bir şekilde gösterdiği için özetliyorum:
- 1) PKK liderlerinden Bese Hozat, Aralık 2015’te yaptığı bir açıklamada, ‘aydın ve demokratik çevreler özyönetimlere sahip çıksın’ demişmiş. Barış için Akademisyenler bildirisi, Bese Hozat’ın bu açıklamasıyla paralellik gösteriyormuş. Nasıl paralellik gösteriyormuş? Belli değil. Zira bildiride özyönetim lafı bile geçmiyor. Ama nasıl bir paralellik gösterdiği, nasıl talimat alındığı açıklanmaya ve kanıtlanmaya muhtaç görülmüyor. Oldukça temelsiz bir kanaat, tutuklama kararının birinci argümanı olarak öne sürülebiliyor.
- İkinci argüman mealen şu: “Bildiride sadece devlet eleştiriyor, PKK’ye laf edilmiyor; dolayısıyla bildiriyi yazanlar PKK’li olmalı; (hadi buna kimse inanmazsa bile) en azından PKK’li olmadan PKK propagandası yapıyorlar.”
Kısaca aynen tüm topluma dayatılmaya çalışılan “ya bizdensin ya terörden” ikiliğinde olduğu gibi, sanki sadece iki seçenek var: ya devletten yanasın ya da PKK’den. Sadece iki seçenek olduğu için, PKK ile ilgili tek laf etmesen bile devletin / iktidarın politikalarını eleştirdiğin noktada, devletten yana olamayacağın ortaya çıktığı için mecburen PKK kutusunda paketleniyorsun.
Bunun mantık ve matematikte bir adı var: Olmayana ergi yöntemi. Bu yöntemde, diyelim, 2 seçenek var. Birinci seçeneğin doğru olduğunu doğrudan ispatlayamıyoruz. (Bizim örneğimizde doğrudan bir PKK propagandası işareti / kanıtı yok, bildiride PKK’den hiç bahsedilmiyor) O zaman ikinci seçeneğin yanlış olduğunu kanıtlıyoruz. (Bizim örneğimizde, devlet eleştirisi olduğu için devlet politikalarını desteklemedikleri belli) Bu yolla, olmayana eriyoruz; yani birinci önermenin doğru olduğunu dolaylı olarak kanıtlamış oluyoruz. Çünkü iki seçenek var: Devleti eleştiriyorsanız, o zaman mecburen PKK’lı oluyorsunuz.
Bu mantık sadece iki seçenek varsa geçerli. 5-6 yaşlarına kadar çocukların temel mantık sistemi bu ikiliklere dayanır, o yüzden o yaşlara kadar çocuklar dünyaya daha çok siyah-beyaz ikilikleri şeklinde bakarlar. Ancak yavaş yavaş üçüncü ve daha çok ihtimalin devrede olabileceğini akletmeye başlarlar. Ama maalesef tüm toplumlarda insanların bir kısmı, kimi toplumlarda önemli bir kısmı, bu ikilikler üzerinden muhakeme yapmanın ötesine pek geçemiyor.
Türkiye’deki mevcut egemen zihniyetin, hiçbir kuşku duymadan dünyaya bu siyah-beyaz ikilikleri üzerinden bakması ve üstelik yargı gibi ancak pozitif kanıtlama süreçlerine dayanması gereken bir sistemin, hiç kullanmaması gereken olmayana ergi yöntemlerinden medet umması, sadece sokakta değil, sistemin bütün düzeylerinde ciddi bir güvenlik meselemiz olduğunu düşündürüyor.
19 Mart İstanbul İstiklal Caddesi Katliamı
13 Mart Ankara Katliamı ile girdiğimiz korku tüneli, 6 gün sonra İstanbul’un en merkezi yerlerinden birinde, bu sefer IŞİD imzası taşıyan ve 5 can kabına neden olan bir katliam durağına uğradı. Ertesi gün Newroz’du, basından ve dedikodu ağlarından gelen haberler kasvetliydi; etrafta kendini kalabalık yerlerde patlatmayı bekleyen onlarca canlı bomba olabilirdi. Tüm Türkiye 1-2 gün evine kapandı, kaygı seviyesi tavan yaptı.
Üstelik, 13 Mart katliamından önce ABD, 19 Mart katliamından önce de Almanya kendi yurttaşlarını açıkça uyarmışlardı ve uyarılarında haklı çıkmışlardı. Türkiye devleti bu saldırıları engelleyememeye ek olarak, uyarı konusunda ABD ve Almanya’ya göre epeyce ofsaytta kalmış olmanın getirdiği bir güvensizlik durumunu da yaratmış oldu.
Güvenliği kim sağlayacak?
Geldiğimiz noktada, 2015’in ikinci yarısında Erdoğan ve AKP’ye prim yaptıran kontrollü istikrarsızlık stratejisi artık kontrolden çıkıp AKP’ye de zarar verme aşamasına gelmiş görünüyor.
Bu korku tüneli, birkaç hafta ya da ayda bir patlatılacak canlı bombalarla biraz daha sürdürülürse, birkaç gelişmenin olacağı kesindir:
- Toplumun kaygı düzeyi ve güvenlik ihtiyacı rekor kıracaktır.
- Bunun ciddi ekonomik bedelleri olacaktır.
- Erdoğan ve AKP, karizmayı çizdirmiş olacak ve toplumdaki “muktedir” imajları, “aciz” ile yer değiştirecektir.
- Bu katliam eylemlerini yapanlar ve destekleyenler, ne amaçla yapmış olurlarsa olsunlar, affedilmesi güç nefret nesneleri olarak zihinlere kazınacaktır.
- Toplumun kaygı / güvenlik girdabına girmesi, koruyamayan otoriteler yerine koruyabileceğine inandığı yeni otoriteler arayışına girmesi demektir. On yıllardır sürekli güvenlik kaygısı altında yaşayan İsrail’den biliyoruz ki güvenlik kaygısının kolayca kaşınabildiği toplumlarda sağ / otoriter siyasi eğilimler güçlenir.
Demokrasi ve barış derdi olanların her koşulda tavizsiz demokrat ve savaş- ve şiddet-karşıtı olarak, en geniş birliktelikleri kurarak ısrarlı ve sabırlı bir çabaya girmeleri gerekiyor.
“Ya bizden ya da terörden yanasın” veya “ya devletten ya da PKK’den yanasın” gibi sahte ikilikleri reddederek, bağımsız üçüncü patikalar örmek, sahiden tüm ezilenlerden yana bir demokrasi / barış programının kurulması gereken ilk ayağı olarak önümüzde duruyor.
Demokrasi ve barış olmazsa, ne kadar istersek isteyelim, güvenlik de olmayacak. Bunu herkese anlatabilmemiz lazım.