Murat Paker

30 Kasım 2015

Karanlık çağ

Güle güle sevgili Tahir Elçi. Unutmayacağız!

Bir süredir karanlık bir çağa girdik. Hem dünyada hem de Türkiye’de, ayrı ayrı ve birlikte etkileşim halinde.

Karanlık çağda yoğun bir şiddet var, kan var, sürekli gözyaşı var, yerinden yurdundan edilen milyonlar var, yalanın dolanın yolsuzluğun dik alası var, yüzsüzlük var, edepsizlik, kibir ve küstahlık var.

Adı “savaş” olmayan savaşlar, adı “faşizm” olmayan faşizan rejimler, adı “diktatör” olmayan” despotlarla birlikte yaşıyoruz. Günyüzü göremiyoruz, nefes alamıyoruz, şok üstüne şok yaşıyoruz. Karanlık çağ, kafamıza vura vura bize çaresizliği öğretmeye, bu sayede bizi sindirmeye, teslim almaya çalışıyor.

Suriye’de çok cepheli bir post-modern dünya savaşı yaşanıyor. Tüm dünya güçleri, Türkiye dâhil tüm bölge güçleri ve tabii yerel güçler büyük bir kapışma halinde. Tüm medeniyet kriterlerini aşındıran, saf barbarlık olarak sahne alan IŞİD/DAİŞ bu savaşı yine Türkiye dâhil başka coğrafyalara da taşımaya azimli. En son Paris’te olanları gördük. Daha önce Suruç ve Ankara’yı da görmüştük.

Türkiye’de geçen Temmuz’dan beri giderek tırmanan bir şiddet sarmalının içindeyiz. Hiçbir hukuki zemini olmadan koca koca ilçeler / mahalleler ablukaya alınıyor, insanlar katlediliyor; yargı ve güvenlik güçleri marifetiyle sürekli bir tam saha pres uygulanıyor; basın özgürlüğü ayaklar altında. “Güvenlikten” sorumlu devlet görevlileri ablukaya aldıkları mahallelerin duvarlarına oradaki insanların ve hepimizin kendimizi güvensiz hissetmemizi sağlayacak türlü ırkçı ve şiddetperver sloganı yazabiliyor. Bütün bunların hiç biri iktidar tarafından yadırganmıyor, hiçbir ciddi soruşturma yapılmıyor; vukuatlar hep örtülüyor, çarpıtılıyor. İktidarın tek yadırgadığı devletin suçlanması. Nasıl suçlanabilir ki bu kadar temiz, şeffaf ve adil bir devlet?

Dünya da Türkiye de daha önce çok karanlık çağ yaşadı, çok kötülük gördü. Ama sanki bu seferki biraz daha yoğun, biraz daha kuralsız ve alçakça. İnsan yaratıcılığının sınırı yok elbet, iyilikte de, kötülükte de. Bu seferki kötülük daha derinlerden geliyor sanki. Günışığından, eşitlikten, özgürlükten, yaratıcılıktan korkan karanlık zihniyetlerin kendi düzenlerini korumak ya da pekiştirmek için can havliyle ve alçakça nasıl saldırganlaşabildiklerine tanık oluyoruz. Kapitalizmin iyice pompaladığı narsisistik ve anti-sosyal kişilik tarzları, öteki sayılanların çok daha kolayca düşmanlaştırılıp, her yol mubah sayılarak yok edilmesi için çok daha uygun bir zemin sunuyor zaten.

 

Tahir Elçi

 

Geçen gün bu karanlık zebanileri, yılmaz insan hakları ve barış savunucusu, Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’yi katlettiler. Haftalardır, bir TV programında “PKK terör örgütü değildir” dedi diye hedef gösterilen, linçe maruz bırakılan ve hakkında dava açılan, gözaltına alınıp tutuklanmaktan kıl payı kurtulan Elçi, bu büyük “kabahati” nedeniyle, külyutmaz ve affetmez zebaniler tarafından, karambolmüş gibi gösterilmeye çalışılan bir suikastla cezalandırılmış oldu.

Olay yeri seçimi de, mizansen de oldukça manidar: Sur ilçesinde YDG-H’nin açtığı hendeklerden 30-40 m. mesafede, bir anlamda PKK ile devletin karşı karşıya geldiği bölgelerin arasında; YDG-H’lı olduğu söylenen iki kişi polislere saldırıp kaçarken çıkan çatışma karambolünde; o sırada Diyarbakır’ın tarihi miraslarından dört bacaklı minarenin kurşunlarla zarar görmesini protesto eden Tahir Elçi, onlarca kurşunun sıkıldığı ve yakın çevrede onlarca insanın bulunduğu olayda, “tesadüfe” bakın ki tek kurşunla öldürülen tek kişi oluverdi. Faili malum. Ama resmen faili meçhul olacak çok büyük ihtimalle. Bu da malum, maalesef.

Adeta demek istediler ki Tahir Elçi’ye kulak kabartabileceklere, “işte bakın ‘terör örgütü değil’ dediklerinin terörü nedeniyle ölmek zorunda kaldı; yanılıyordu, bu yüzden öldü. Siz siz olun yanlış yapmayın, PKK’nin terör örgütü olup olmadığını sakın sorgulamayın.”

Oysa Tahir Elçi, gerektiğinde PKK’yi de eleştirmekten çekinmeyen, ödünsüz şiddetsizliği ve barışı savunan bir hukuk insanıydı. Bu ülkede bir barış olacaksa, iki tarafın da gözü gibi bakması gereken ilkeli, tutarlı, dürüst bir köprü güverciniydi. Zebaniler bu köprüyü bombaladılar, iki taraf arasında bağlar iyice azalsın, kimsenin barış umudu kalmasın diye.

 

Hrant Dink

 

Aynen zamanında Hrant Dink’e yaptıkları gibi. Türkiye Ermenilerinin en sempatik, en içten, en diyaloğa açık köprü güvercinini katlettikleri gibi.

Bu karanlık zebanilerinin en büyük korkusu toplumun farklı adaları arasında köprüler kurulmasıdır. Köprü, temas ve diyalog demektir. Diyalog, esneklik, ortak zemin ve değişim demektir. Korktukları, toplumun çoğunluğunu da ikna ettikleri yalan balonlarının değişim sonucu patlayacak olmasıdır.

Hrant Dink, “soykırım” terimine çok takılmadan milyonlarca Türke 1915 ve sonrasında Ermenilerin yaşadıkları ıstırabı gayet insani ve duygusal bir zeminde hissettirebilme ve barışçıl bir çözüm umudunu yükseltebilme becerisi göstermişti. Bu büyük “kabahati” nedeniyle cezalandırıldı.

Tahir Elçi de, bu devletin on yıllardır milyonlarca kez tekrarlayıp tabu haline getirdiği “PKK bir terör örgütüdür” cümlesinin konforunu kabul etmediği, meselenin karmaşıklığını, sosyolojik zeminini anlatmaya çalıştığı, toplumla konforlu ezberler dışında bir hattan ilişki kurmaya çalıştığı için cezalandırıldı.

 

Selahattin Demirtaş

 

Demirtaş da şu an farklı bir konumda değil. Aynen Hrant Dink ve Tahir Elçi gibi, içinden geldiği toplumsal grubun (Kürtlerin) şikâyetlerini ve taleplerini daha geniş kesimlere anlatırken, kendi grubunun ezberlerini aşıp, farklı toplumsal gruplarla titreşime girebilme, ilkeler üzerinden ortak zeminler kurabilme becerilerini gösterebiliyor. O yüzden karanlık zebanileri onun da peşinde.

Biliniyor ki silahlı PKK Kürt mahallesinin dışında toplumsal bir destek elde edemez. Görüldü ki, silahsız ve “Türkiyeli” HDP bunu büyük bir beceriyle yapabilir, tüm Türkiye’yi bir sarmaşık gibi sarabilir. O yüzden boyuna HDPKK yazıp duruyorlar. HDP’nin başına her türlü çorabı örmek isteyeceklerdir, çünkü HDP de bir köprü güvercini olma potansiyeline fazlasıyla sahiptir [Başka yazının konusu olsun, ama geçerken belirtelim ki HDP bu potansiyelini yeterince kullanamamaktadır. Bu noktada da HDP-PKK meselesinin açıkça tartışılması gerekmektedir].

 

Karanlık çağda ne yapacağız?

 

Karanlık çağ, bize şok üstüne şok yaşatıyor; oldukça yorucu. Peki, nasıl var olabileceğiz? Kolay bir reçete yok.

Çoğu insanda “bu bir kâbus; elbet kısa bir zaman sonra bitecek ve daha normal bir hale uyanacağız” gibi bir beklenti var. Kötü haber: Korkarım bu doğru değil. Kâbus yok, uyanık durumdayız, sadece içinde yaşadığımız gerçeklik çok kötü bir hal aldı. Ve bu hal uzun sürecek gibi duruyor. İyi haber: Bunu kabul edip, ona göre konumlanırsak şimdikinden çok daha iyi tutunabiliriz. İnsan canlısı çok zor koşullara bile uyum sağlayabilen bir canlı. Dünya tarihi, en zor koşullarda bile muhalif direnişlerin sürebildiğini ve gelişebildiğini gösteren örneklerle dolu. Yeter ki kolay ve hızlı başarı peşinde olmayalım; sabır, ısrar, cesaret ve direnç gösterebilelim.

Demokrasi ve barış mücadelesi vermeye devam etmekten vaz geçemeyiz. Bundan vaz geçtiğimiz noktada zebanileşeceğiz. Çocuklarımızın / sevdiklerimizin yüzüne bakabilecek onurlu bir insan olarak var olabilmek için “başka bir dünya ve Türkiye” hayali kurmayı ve bunun için uğraşmayı bırakamayız. Ama artık iyice biliyoruz, bu iş zor, çok yorucu ve uzun. Onun için nefesimizi iyi kullanmamız, kendimizi iyi korumamız da çok önemli. [Klişe kullanmak pahasına] Bir maratonu 100 metreymiş gibi koşamayız. O yüzden genel demokrasi ve barış istikametini kaybetmeden, nefes durumumuza göre zaman zaman yavaşlamak, gerekiyorsa mola alıp durmak, güç biriktirip yeniden başlamak gayet normal. Kendimizi suçlu hissetmemiz gerekmiyor.

Türlü zebaniliklerle bezeli bu karanlık çağda demokrasi ve barış mücadelesi yaparken bizi en fazla koruyacak olan şey ise iyilik ve güzellik ile olan temasımız. Herkes için farklı kanallar / biçimler alabilir bu. Ama bizi başka insanlarla ve genel olarak insanlıkla yakın temas içinde hissettirebilecek, keyif veren, güvenli / değerli hissettiren, yalnızlığımızı ve örselenmişliklerimizi dindiren deneyimlere ihtiyacımız var. Sevdiklerimize sarılmaya, tutunmaya; sanata, mizaha, yaratıcılığa ihtiyacımız var. Bunlara mutlaka zaman ayıralım.

Travmatik yaşantıların insan ruhundaki en temel iki etkisi ilişkisellik ve zihinsel temsil kapasitelerimize vurdukları darbedir. Her travma bizi bir miktar çoraklaştırır ve çevremizde olan biteni zihnimizde evirip çevirme kapasitemizi bir miktar köreltir. Dolayısıyla hem yalnızlaşırız, hem de soyutlamalar üzerinden düşünebilme kapasitemizde aşınmalar yaşarız. Sürekli ya da sık sık travmatik durumlarla karşılaştığımızda bu durum daha da ciddileşir. Bu etkilerle baş edebilmenin en etkili yolu, destekleyici, güven veren bir sosyal ortam içinde olan biteni anlamlandırmaktan vaz geçmemektir. Dolayısıyla sevdiklerimize sarılalım; demokrasi ve barış isteyenler aralarındaki kimi farklılıklar nedeniyle birbirlerine kıyıcılık yapmasınlar; yalnızlaşmayalım, dayanışma ağlarını güçlendirelim; konuşmaktan, yazmaktan, düşünmekten geri durmayalım.

Bir de zebanilerle mücadele ederken zebanice davranmaktan kaçınalım. Alçaklıklara alçaklıkla karşılık vermeyelim. Zebaniler, bizi kendilerine benzetemesinler. Fiziksel ve sayısal olarak şu an için güçsüz olabiliriz. Ama demokrasi ve barış idealleri, eğer kirletilmeden tutulabilirse, büyük bir moral ve düşünsel üstünlüğe sahiptir; uzun vadede en büyük gücümüz de budur,  bunu unutmayalım.  

***

Ne kadar katletmeye çalışsalar da köprü güvercinleri bizimdir; bizler köprü güverciniyiz.

Güle güle sevgili Tahir Elçi. Unutmayacağız!

@PakerMurat