Önceki yazımda Bekçi Bakır'ı yad ettik, tanıdık, dinledik. Bakır, apayrı bir ekol. Okuyunca sadece saz eşlik eder ve Bakır'ın multi enstrümanist sesi, başka bir enstrümanı fazla kılar.
Mukim Tahir ve Hamza Şenses de tıpkı Bekçi Bakır gibi birbirlerinden farklı ekollerdir ama her üçünün farklılığı, Urfa türküsünün kalbe giden üç ana damarıdır. En baştan sorduğum sorunun da cevabını verir; Neden Urfa ve türkü? Bu üç ayrı nehir çağlayanı oluşturur.
Bu sanatkârlar mesela Almanya' da doğsalardı Schubert - Lied, ABD'de doğsalardı Howlin Wolf, Sonny Boy - Blues; İtalya' da doğsalardı, arya-opera sanatçıları ile aynı değerde görülür ve onlarla birlikte anılırlardı. Dünyadaki tüm kıtalarda, müzikle ilgilenenlerin, müzikseverlerin dünya kültür mirası mertebesinde değerlendirilirler; başta Urfalılar emsalsiz bir onuru yaşıyor olurlardı.
Üçünün birbirinden değişik okuyuşları, tarz ve üsluplarındaki erişilmezliğin yanı sıra seslerinin güzelliklerini izah etmeye muktedir, uygun tabir bulamıyorum. Kadife gibi, billur gibi... Bunlar bile kifayet etmiyor, karşılamıyor.
Kendi sanatkârına sahip çıkma, kültürünü keşfedebilme zahmetine girme; merak ve ilgisini esirgememe gibi hasletler yeterli kıvamda olsa idi hayatları ve sanatları hakkında filmler, belgeseller, anma yıldönümleri konserleri, biyografiler, sanat okullarında kürsülere isimlerinin verilmesi, adlarına ödüller, müzeler... Neler yapılmış olurdu neler. Ciltler dolusu biyografiler cabası. Neyse...
Mukim Tahir
Ayağında Kundura, desem milyonlar bilir, ama sahibinin Mukim Tahir olduğunu kaç kişi biliyordur?
1970' lerde adeta patlama yapan bu türküye o denli yoğun gösterilen ilgi acaba, bestecisi ve söz yazarı ama aynı zamanda da en güzel okuyanı, Mukim Tahir' den neden esirgendi ?
Yoksa bu, ilk yazımın başında altını çizdiğim antagonizmanın tezahürü mü? Cilalı imaj devrinin mamülat atraksiyon başarısı mı ?
Varsayalım ki öyle; peki biz şimdi neden Mukim Tahir' e ve onun sanatına yönelme gereğini duyuyoruz? Acaba o antagonizmada, alpaka – keten, naylona galebe mi çalıyor? Öyle olmadığını gayet iyi biliyoruz ama böyle bir damar da canlanmakta, itibar kazanmakta.
Bütün bu gelişmeler satıhta değil henüz çook derinlerde tezahür ediyor.
Dip dalgası dönüşebilir mi? Ya da; kalıcılığını kanıtlamış, zaman ötesine geçmiş, hakiki sanata yönelimin, bir kültür hareketinin Türkiye' deki tezahürü mü? Şimdilik evet diyebilmenin aşırı iyimserlik olduğunu söyleyebiliriz ama geride bırakılan geçilmiş eşiklere bakınca kötümser olmaya da hakkımız yok, diyebiliriz. Önümüzdeki on yıl, her şeyi netleştirecektir.
Mukim Tahir'in hayatından kesitler
1900 yılında Urfa' da doğar Tahir Oturan. Urfa' da sevilen varlıklı bir aileye mensuptur.
Arazi anlaşmazlığı yüzünden bir arkadaşı ile birlikte amcasını öldürme suçundan kendisine 101 sene, arkadaşına 24 sene mahkûmiyet verilir. Urfa cezaevinde hapis yatar.
Cumhuriyetin onuncu yıl affından yararlanarak hapisten çıkar akabinde sefahate dalar. Elindeki mal varlığını kaybeder; hassas ve kırılgan mizaçlı insanların akıbetinden kaçamaz ve alkolik olur.
Bir mesleği olmadığı için bir süre hamamcılık yapar. Bir süre de Urfa'nın Haşimiye çarşısındaki dayısının fırınında çalışır, Aynzeliha Parkı’nda bulunan Saz'da (Gazino) bir süre okuyuculuk yapar, bağlama ve darbuka çalar.
1939 senesinde Tenekeci Mahmut Güzelgöz ve Hacı Nuri Hafız ile Muhacir Çarşısı’ndaki Aslanlı Han’da bir oda tutarlar. Beraber mevlit okumaya giderler. O arada Mukim Tahir içkiyi bırakmıştır. 1941 yılında Şanlıurfa Halk Evi kahvesini çalıştırır. Aynı zamanda Halkevi saz ekibini de çalıştırarak halk konserleri verdirir.
Mukim Tahir, Urfa' dan ayrılır. 1946 yılında Zonguldak’ın Yenice ilçesinde vefat eder ve cenazesi aynı ilçede defnedilir.
Mezarının yeri bilinmemektedir.
Fırtınalı bir hayat yaşayan Mukim Tahir de zenginlikten fakirliğe düşmüş, istemediği olaylara karışmış, mahpusa düşmüş, hanımını kaybetmiş, maddi sıkıntı ve çaresizlik nedeniyle gurbete çıkmış ve gurbette memleket hasreti yaşamıştır. Bu acı ve ıstıraplar Mukim Tahir’in ağzından türkülere hoyratlara dökülür.
“Kapuyu çalan kimdir“ türküsünün hikâyesi
Hastalıktan ölen hanımının üstüne söylediği bu türkünün hikâyesi şöyle anlatılır.
Mukim Tahir, ustalığı ve sesinin güzelliği, hoş sohbeti nedeniyle Urfa müzik meclislerinin aranılan kişisiydi. Bu nedenle hemen her gece ayrı bir müzik meclisine çağrılırdı. Bu nedenle her gece ayrı bir mecliste müzik meşkine katılır sabahlara kadar eğlenirdi. Mukim Tahir’in hizmetlerini gören bir azabı da vardı. Her gittiği yere azabını da birlikte götürür, azabı kendisine çok hürmet ederdi.
Mukim Tahir’in hanımı uzun zamandan beri hastaydı. İnce hastalığa (verem) yakalanmıştı. Tahir, müzik meclisleri, günler süren dağ yatıları nedeniyle evini ve hanımını uzun zamandır ihmal etmekteydi. İlgisizlik nedeniyle hanımının hastalığı da gün geçtikçe artmaktaydı.
Bu minval üzere günler Mukim Tahir ve azabının bulunduğu bir müzik meclisinde, azabına, evden, Tahir’in hanımının ağırlaştığı haberi gelir. Azabı bu habere çok üzülür, bir şeyden haberi olmayan Mukim Tahir’e biraz sertçe “Üstad kalk eve gideceğiz“ der. Bunu duyan Tahir hayretler içinde azabının yüzüne bakar. Çünkü o güne kadar değil böyle bir laf söylemek, azabı kendisine karşı konuşmaya bile çekinirmiş.
Azabının böyle söylemesinden kötü birşeyler olduğunu sezer, izin isteyerek meclisten ayrılır. Eve kadar azabı ile hiç konuşmaz.
Geldiklerinde Mukim Tahir sertçe kapıya bir-iki vurur.
İçerden iniltili bir şekilde “Kapıyı çalan kimdir, aç bakım gelen kimdir, yaram derine düştü, belki gelen hekimdir“ diyen hanımının sesini duyar.
Mukim Tahir o zaman hanımının çok hasta olduğunu anlar. Kendisini meclisten kaldıran azabına teşekkür ederek içeriye girer. Hanımın yanına oturur. Hanımı çok hastadır ve ölüm döşeğindedir. Birkaç gün hanımının yanında kalsa da, hanımı bir müddet sonra vefat eder.
Hanımının ölümü kendisini yıkar. Hanımıyla yeteri kadar ilgilenmediği için kahrolur, fakat iş işten geçmiştir.
Hanımının, yatağında inlerken, söylediği sözler Tahir’e çok tesir eder. Onu duygulandırır.
Hissiyatı çağlayan gibi akar:
“Kapıyı çalan kimdir / aç bakım gelen kimdir / yaram derine düştü / belki gelen hekimdir“ türküsünün ezgileri dökülmeye başlar.
“Kırmızı kurdela“ isimli türkünün hikâyesi
Mukim Tahir'in ünü Urfa sınırlarını aşmıştır.Birgün program yapmak üzere Ankara Radyosu’na davet edilir.
Gabardin şalvar, kırk düğme yelek gibi mahalli kıyafetler giymiştir. Tahir’in kaytan bıyıkları da dikkat çekicidir.
Elinde sazı ile Ankara Radyoevi’ne girerken, orada görevli modern giyimli bir bayan Mukim Tahir’in şalvarına ve kaytan bıyıklarına bakarak alaylı bir şekilde gülümser. Bu davranış Mukim Tahir’in canını sıkar.
Stüdyoya girerken bayandan adını sorar. Bayan, adının “Emine“ olduğunu söyleyince Mukim Tahir;
Kırmızı kurdele
Kör olasın Emine
Endim derelerine
Bilmem nerelerine
Kaytan bıyıklarımı
Sürem nerelerine
türküsünü hemen orada irticalen ( doğaçlama ) söyler. ( Kaynak Abuzer Akbıyık )
Yazımda üç usta, üç hayat ve hazin yaşamlardan söz etmiştim. Sanırım Kel Hamza' ya gelmeden haklı olduğum anlaşılmıştır.
Sonraki yazıda Hamza Şenses' in trajik hayatı da okununca pekişecek iddiam.
Yazılar tamamlanınca; esasen klasik rock ve caz dinleyicisi Hatay' lı bir Çerkes olarak ŞanlıUrfa'lı bu altın üçlüye karşı gönül borcu vazifemi yerine getirmiş olacağım.
Perspektifimin enternasyonalist olduğunu bilhassa vurgulamıştım, en baştan. Türkü, blues gibi ortak yanlar gösteriyor diye değerli bulmuyorum.
Türkü bir halk sanatıdır ve kıyas ölçütleriyle kıymeti tayin edilemez. On yıllardır blues dinler okur ve takip ederim. B.B.King dahil epeyce blues müzisyenini canlı olarak da izledim. Bu üçlü eğer dünyaya tanıtılırsa, o yere göğe sığdırılamayan isimlerin çok üstünde yer alırlar. Hem sade blues değil folk müziği için de geçerlidir, iddiam.
Bu büyük sanatkarlar ahde vefayı hak ediyorlar... ve defalarca gittiğim ŞanlıUrfalı dostlarımdan biliyorum; Urfalı dost bildiğini, sevdiğini, aynı zamanda sayar, unutmaz, hayırsızlık yapmaz, hürmetini esirgemez.
Vefalıdır Urfalı. Ve Urfa, sadece çiğ köfte, isot ve balıklı gölden ibaret değildir.
Kültürüne, bu öz evlatlarına sahip çıkacaktır Urfalı... Mutlaka