Paris komünü, 1871 yılında toplam iki ay süren ve Komünarların vahşice katledilerek varlığına son verilen tarihteki ilk proleterya iktidarı idi. Marx tarafından da bir ilk sosyalist iktidar deneyi olarak selamlanmıştı. Engels-Lenin-Troçki-Mao ve daha birçok devrimcinin dersler çıkardığı, demokrasi kavramı tartışıldığında bugün dahi, seçilenin seçenler tarafından geri çağrılma, ilkesini ilk kez hayata geçiren komünarlar ve yarattıkları Paris komünü, aynı zamanda doğrudan/taban demokrasisinin de eşsiz örneği olarak saygıyla anılıyor.
Çin devrimi, 1949 yılında, uzun süren bir gerilla mücadelesi sonunda Marksist önder Mao ve arkadaşlarınca zafere ulaştırılmış ve Çin Halk Cumhuriyeti ilan edilerek, sosyalizme geçilmişti.
Paris komününden yaklaşık yüz yıl sonra, bir özel sohbette kendisine sorulan, “Paris komünü hakkında ne düşünüyorsunuz” sorusuna, Çin devriminin ve komünist partisinin önde gelen isimlerinden Çu en lay, şu ilginç yanıtı verdi:
“Bu kadar kısa zamanda öylesine tarihi önemi olan bir olay hakkında nesnel değerlendirme yapmak için henüz çok erken.”
Çu en lay haklıdır, ama tartışılmamalıdır da demiyor.
Bu memlekette de yaşanmış olan 68 için de aynı şey söylenebilir. Türkiye 68’inin akabindeki birkaç yıl, yani 1970-72 dönemi tartışılmalı ama gerçekten de tarihsel bağlamına oturması, nesnel bir değerlendirme için henüz çok erken. Çünkü aktörler tam anlamıyla konuşmuş sayılmaz, olguların tam bilgisine sahip değiliz, etkileri ve izleri hâlâ devam ediyor, tahribatı, yol açtığı yön değişikliğinin sarsıntıları sürüyor vs... Dünyadaki 68 ile bizdeki 68’in mütekabiliyeti nerededir; nerede örtüşüp nerede ayrışmıştır? Bu ve bu bağlamda sorulacak sorular, Çu en lay’ ın sözlerl için, doğru söylemiş, dedirtiyor.
Çok yakın bir tarih aslında 1970-72 dönemi. Daha dün gibi ama çook eskilerde kalmış, artık tarih olmuş bir dönem gibi bir genel kabul var. Halbuki o iki yıl içerisinde yaşananların büyük kısmı hâlâ tam bilinmiyor. Bir sır perdesi var ve aralanması da epeyce uğraşmayı gerektiriyor. Uğraş verilse de, işin hazin yanı, dönemin önde gelen aktörlerinin bir kısmı artık yaşamıyor. Yaşayanlar da yıllardır susmayı yeğliyor ya da derinlere girmekten kaçınan bir söylemle ehven-i şer türü değinilerle yetiniyor idi; yakın zamanlara kadar.
İstisna olsa da, general Celil Gürkan ve dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’un kitap olarak da yayımlanan anıları ve Uğur Mumcu’nun gazeteci ustalığı ile zemin sağladığı 9 Mart müdahale hazırlıkları, fiyaskosu ve 12 Mart darbesini konu alan polemikleri, 9 ve 12 Mart hakkında ordu içindeki temayüller, hazırlıklar, iç bağlantılar ve ABD/CIA’nın rolü gibi konulardaki ifşaatlarla müstesna bir yer tutar.
Çatışan üç yapı
1970-72 döneminde, çatışan üç kategorik yapıdan söz edilebilir; DEVLET-HÜKÜMET-DEVGENÇ.
Hükümet; Adalet Partisi ve Başbakan Demirel tarafından yönetiliyordu.
Devlet; ordunun ağırlıkla söz sahibi olduğu bir mekanizma olarak işliyordu ama sivil derin bürokrasi Demirel ve hükümetinden hoşnut değildi.
DEV-GENÇ; Ertuğrul Kürkçü’nün genel başkanlığında muhalefet partilerinden çok daha etkiliydi ve hem devleti, hem de Demirel hükümetini, kısaca sistemi sarsıyordu. Öngörülemeyen bir kitleselliğe ulaştı. Sol-pragmatizmin parlak örneklerini vermeyi başararak, Demirel’i ve hükümetini, yanlış icraatını kanıtlarıyla gözler önüne serdiği gibi, derin devletin de ABD ve emperyalizmi ile ilişkilerini açığa çıkararak sürekli haklılık kazanıyor, emekçilerin, yoksulların eylemli olarak yanlarında oluyor, seslerinin duyulmasını sağlıyor ve toplumda etki halesini gittikçe genişletiyordu.
Bu durumda hem devlet, hem de hükümet DEV-GENÇ’in bu topluma nüfuz kabiliyeti ile etki gücünden çok rahatsız olmaya başlamıştı. Toplumsal muhalefet DEV-GENÇ sayesinde Türkiye tarihinde hiç yaşanmamış, benzeri görülmemiş bir boyuta gelince hem devlet, hem de hükümet aralarındaki çatışmayı erteleyip DEV-GENÇ’e yönelme mecburiyeti hissettiler. Şimdilerde öğreniyoruz ki, kısaca belirttiğim bu gelişmeler üzerine hem kontr-gerilla, hem de CIA uzmanları devreye girme gereğini duymak zorunda kalmışlar.
Bu noktada , o yıllardaki adıyla Batı-Almanya’ da eyleme geçen RAF, daha yaygın bilinen adıyla Baader-Meinhof grubunu hatırlamakta yarar var. RAF, şehir gerillasını başlattığında, Batı Alman devletinin, çoğu Nazi dönemi kalıntısı ya da SS işbirlikçisi olduğunu kamufle ettiği ortaya çıkan derin bürokrasisi ve Alman yerleşik kurumsallığı RAF’ı çok ciddiye almamış ve terörist çapulcular olarak görmüştü. Ne zaman ki yapılan anketlerde, RAF’ın Batı Alman toplumunda yüzde 56 oranında haklı görülmeye başlandığı ortaya çıktı, teyakkuza geçildi ve sürek avı başlatılarak önderleri hücrelerde hapsedildi, sineğin bile giremeyeceği hücrelerinde ölüleri bulundu.
Türkiye’de de önce DEV-GENÇ, hemen ardından oradan doğan THKP-C ve THKO, kitle gücünü artırdıkça ciddiye alınmaya başladılar. Marx’ın, “İdeoloji, kitleselleştikçe, maddi bir güç haline gelir” sözü gerçekleşmeye başlayınca, THKP-C ve THKO önderleri ve ileri kadrolarının akıbetleri de, Batı-Alman devletinin yöntemlerine benzer yöntemler uygulanarak hazırlandı... Uzun hapisler ve imhalar. Kızıldere ve Nurhak katliamları ve Deniz’lerin idamı ile de finali yapıldı.
THKP-C eylemleri, kurucu kadrolarının etkileyici kişilikleri, iç ilişkilerinde saygı uyandıran kalite ve yüksek düzey, cesaret ve kararlılıkları, amaç için fedakârlıktan kaçınmamaları sayılabilecek etkenlerdir elbette, ama bunlar olgunun boyut ve tarihselliğini anlamakta/açıklamakta yeterli olmaz.
Gezi infilakı, beklenmedik ve hiç umulmadık bir toplumsal olay hâlinde cereyan etti. Ama Gezi öncesinde de, sonrasında da, gelenekselleşmiş aygıt ve araçlarla, yöntem ve anlayışlarla artık yeni dönemde mücadelenin başarı şansı olmayacağı ortaya çıktığı için “Ne yapmalı?” sorusu, arayış içindeki kesimlerin kafasını meşgul ediyordu uzun zamandır.
Ampirik gözlemdir ve öznel bir çıkarsama olarak da değerlendirilebilir ama, son 5-6 yıldır şöyle bir tartışma gündelik hayatta sol gençlik içerisinde dikkat çekmeye başladı. Hayata ve gidişata müdahale etmek gereği duyan genç ve dinamik insanlar birbirlerinden bağımsız, farklı şehirlerde ve birbirlerinden habersiz ama neredeyse eş zamanlı olarak THKP-C ve DEV-GENÇ’e ilgi duymaya başladılar. Bu ilgi, Mahir Çayan ve Kızıldere trajedisiyle sınırlı bir duygusallıktan ötürü değil. Önü sonu 2 yıllık bir ömür sürmüş ve yenilmiş örgüt nasıl o kadar etki yaratabilmiş? Ne yapmışlar da 40 yılı aşkın bir süredir defterleri kapanmıyor?
Halbuki, ortada öyle ciltler dolusu bir külliyat yok. THKP-C hakkında bu 40 yıllık süre içerisinde Ömer Laçiner tarafından yazılmış olan, Birikim dergisinin 1976 yılında çıkmış olan 21. ve 22. sayılarında yayımlanan “THKP-C hareketinin eleştirel analizi” başlıklı, kapsamlı makaleden başka kayda değer bir çalışma da bulunmuyor.
THKP-C ardıllarının, 1974 yılından itibaren, küçük burjuva maceracılığı, fokoculuk, goşizm vs. eleştiri ve özeleştirileri de THKP-C’nin artık aşılmış ve tarih olmuş görüşünü haklı kılamıyor. Kriminal ve konspiratif itham ve suçlamaları, pek bir kıymetiharbiyesi bulunmadığı için bir yana bırakıyoruz.
Biliyoruz ki tarih ikinci bir DEV-GENÇ ve THKP-C şansını vermez. Yunanlı filozof Herakleitos yüzyıllarca önce sırrını formüle etmişti: PANTA REİ. Her şey akar, aynı nehirde iki kere yıkanılmaz.
Savaşçı THKP-C’nin kozmik odalarından birini açtı
Ama şu içinde bulunduğumuz neo-liberalizmin iflası, kapitalizm ve serbest piyasanın tarihin sonu tezinin safsata olduğunun ortaya çıktığı, liberal demokrasinin kanlı vedasının yaşanmakta olduğu post-liberalizm döneminin eşiğinde, THKP-C, sözü tüketilememiş, bastırılıp susturulmak zorunda kalınmış ama ışıltısı karartılamamış, zamanın eskitemediği, yarım kalmış bir deney olarak irdelenmeyi, anlaşılmayı ve aşılmayı bekliyor. Bu ihtiyaca ilk katkı babında, yaşayan THKP-C’lilerin kozmik odalarını artık açmaları gerekiyor.
Ayrıntı yayınlarından çıkan, Cepheden Anılar - Orhan Savaşçı’nın THKP-C Anıları (Söyleşi: İlbay Kahraman) kitabı, kozmik odalardan bir tanesinin kapısını aralayan önemli bir çalışma.
Öncelikle şu menhus 9 Mart sol darbe hazırlığı ve solun bu darbe girişimini desteklemiş olduğu, liberal ve İslamcı kesimden gelen kendileri söyleyip yine kendilerinin inandığı iler tutar yanı olmayan iddiaları. Orhan Savaşçı gibi havacı bir yüzbaşı olan THKP-C’nin kurucuları arasında yer almış, uzun yıllar cezaevinde kalmış bir insan tarafından vakanın aslı anlatılıyor. Ayrıca, yakından ilgilenenler gerek THKP-C’den Mahir Çayan, gerekse THKO’dan Hüseyin İnan gibi en üst seviyede yapılan değerlendirmelerde gelen darbenin niteliğinin faşist ve devrimcileri hedef alacağı tespitini bilirler. Çünkü bu iki devrimci önderin söyledikleri yazılıdır. Zaten 12 Mart sonrasında, Kızıldere-Nurhak-Deniz’lerin idamı, Mahir ve Hüseyin’in tespitlerinin kanlı bir teyididir. Atlamıyoruz, unutmuş değiliz; İbrahim Kaypakkaya da aynı anlayışla 1973 yılında katledilmiştir.
THKP-C, o dönemde toplumun çok değişik kesimlerinde taraftar bulmuştu. Ama en dikkat çekeni ordu içerisinde ve özellikle de Hava Harp Okulu’nda Hava Kuvvetleri Proleter Devrimci Örgütü’nün kurulma süreci; HKPDÖ’nün çalışmalarının enerji ve dinamizmiydi. Şimdi adında proleter/devrimci sözcükleri yer alan ve Marksist-Leninist olduğu bilinen bir yapı ve ideoloji ile 9 Mart’ı hazırlayıp sonra 12 Mart’çılara ikram eden Muhsin Batur’un solculuğu ya da sol darbeciliği nasıl yan yana gelir? CHP ve Kemalizm’in en sağ versiyonunda yer alan devletçi Batur’a nasıl solcu denilebilir. Orhan Savaşçı’nın anlatımında gayet net ifade ediliyor.
THKP-C hareketini unutulmaz kılan etmenlerden biri kitapta da yer verilen, Orhan Savaşçı’nın , sıkıyönetim mahkemesinde yaptığı savunmasındaki şu cümledir: “Yüzlerce iyi niyetli yurtseverin gönül bağladığı ve bizlerin de içinde yer aldığı THKP-C hareketi…”
Şimdilerde daha iyi anlıyoruz ki, gönül bağı, her tür entelektüel ve ideolojik bağdan daha sağlam ve kopmaz bir sıkılık sağlıyor. Kendisi de THKP-C kökenli olan Ömer Laçiner, yıllar önce Birikim dergisinde “asabiyye” kavramına dikkat çekmişti.THKP-C hareketinde asabiyye, adı konmadan pürüzsüz işlemiş. Yani; yarin yanağından gayri, her şeyde, her yerde, hep beraber olmayı bu hareket, kurucularının, üyelerinin erdemleriyle donatarak gerçekleştirmiş. Hâlâ seviliyor olmalarını başka türlü izah etmek mümkün olamıyor.
Ama: THKP-C hareketi, aynı zamanda fikre değer veren, empoze edildiği gibi her şeyin müsebbibinin Mahir olmadığı, “yüz çiçeğin açıp, yüz fikrin yarıştığı”, Mahir’in iki dudağından çıkanın emir telakki edilmediği, tam manasıyla bir yoldaşlık ilişkisinin, naif de olsa, ihdas edildiği ve Ertuğrul Kürkçü’nün altını çizdiği üzere “Tarihsel olarak haklı zeminde yer alması”, bu hareketin anlaşılmasına imkân veriyor; THKP-C’yi emsalsiz kılıyor.
Yukarıda birbirinden habersiz ve bağımsız olarak farklı yerlerde yaşayan genç insanların THKP-C ve DEV-GENÇ ilgisinden söz etmiştim. Çok ince bir detayı kayda değer buluyorum; dikkatle gözlemlemeye çalıştığım bu genç insanlar, ki Gezi gençliği de denilebilir, fütüristik eğilimlerine, maziden , nostaljiden hazzetmemelerine karşın, Gramsci ve Frankfurt okulu teorisyenlerini de ilgi ve heyecanla okuyup tartışıyorlar.THKP-C/Gramsci/Frankfurt okulu… Çook ilginç korelasyon değil mi?
Terkibinde Tupamaros (Uruguay), RAF (Almanya), Che (Küba gerillaları), Zapatista (Meksika), Kamo, Mustafa Suphi, İnce Memed, şiir ve türkü, ince espri ve mizahın bulunduğu bu hareket için 2015 yılının son ayında şunu söyleyebiliyorum:
THKP-C’li olmak ne güzel şeymiş.
İlyas Aydın’ın sorgusu ve infaz edilmesi
Ama elbette sınıf mücadelesi saf romantizmle örülü olmuyor. Bu mücadele içerisinde de üzücü, istenmeyen olaylar yaşanmış. Bunlardan en hazin olanı ise, İlyas Aydın meselesidir. Subay olan İlyas Aydın’ın mücadelenin artık çok sertleştiği vakitlerde tutarsız davranış ve söylemleri, ajan kuşkusu uyanmasına neden olmuş. THKP-C, her ne zaman ve hangi bağlamda konuşuluyor olursa olsun, adeta bir mütemmim cüz olarak hâlâ bu İlyas Aydın vakası açılır.
İlk kez bu kitapta Gülten Savaşçı’nın (Çayan) ve başka şahısların anlatımlarıyla İlyas Aydın konusundaki sır perdesi açılmış oluyor. Teslim Töre ve Filistin’deki THKO ekibi tarafından yapılan sorgulama, infaz ve defnedilmesi anlatılıyor.
Bu trajedi, üzerinden yıllar geçmiş olsa da, şiddet, sol kültür ve geleneklerin bu kültürdeki izdüşümlerinin esaslı bir sorgulamasının da gerekliliğini önümüze getirip koyuyor.
THKP-C olgusuna devam edeceğiz… Çünkü Çu en lay, Paris komünü hakkında hâlâ ciltler dolusu kitap çıktığına göre, o sözü boşuna söylememiş demek ki.
Orhan Savaşçı ve Ayrıntı Yayınları’na bu kitap için teşekkür borçluyuz.
Şimdilik, bu yazıyı Alman şair Friedrich Hölderlin’in dizeleriyle ile bitirelim.
|