Murat Bjeduğ

07 Ağustos 2017

Onların Anısına: Devrimci Yol tarihinden dökülen yaprakların albümü

"Toprak altındaki ve üstündeki varisleri selamlıyoruz"

Yolun düşerse kıyıya bir gün

ve maviliklerini enginin

seyre dalarsan

dalgalara göğüs germiş olanları hatırla,

selamla, yüreğin sevgi dolu

çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar eşit olmayan savaşta

ve dipsizliğinde enginin yitip gitmeden

sana liman gösterdiler uzakta...

                                                    Pierre-Jean de Beranger

İzdüşen Yayıncılık, 1970’lerin ikinci yarısında  parlamento dışı muhalefetin en etkili ve en kitlesel örgütlülüğü Devrimci Yol hareketinin mensuplarından, hayatını kaybetmiş olan insanlarının fotoğraf, biyografik bilgiler, aile ve arkadaşlarının anlatımlarından müteşekkil metinleri içeren çok göz alıcı ve zihin açıcı bir albüm yayınladı. “Hayatını kaybetmiş” tabirini hayattaki vuku bulmuş gerçekliğin manasının tam kavranılabilmesi için açımlamak gerekiyor. Pusu kurularak, hedef alınarak vurulmuş; idam edilmiş, ağır işkenceler sebebiyle bedendeki tahribatların tıbben tedavi edilmesi mümkün olamadığından işkence yüzünden meydana gelen arazın habis hastalıklara dönüşmesinin akabinde gelen ölüm, çatışma sonucu isabet eden kurşunlar ardından vefat; böyle gerçekleşmiş hayatın sonlanması edimi.

Devrimci Yol denildiğinde ilk akla gelen isimlerden ve yaşamını bu harekete hasreden Cahit Akçam, bu  tarihsel albümü üç yıllık bir çalışma sonucu ve elbette ki ekip arkadaşlarıyla yayımlanma aşamasına getirdi. İlk ciltte 201 Devrimci Yol mensubu bulunuyor. İkinci ciltte fazla bekletmeyecek, ekim ayında çıkması öngörülüyor. İki ciltte toplam 400 civarında insanı tanıyacak okurlar, tanımış olanlar, derin bir hürmet, bitimsiz bir sevgi ve hayranlık duygularıyla o insanları , o kurşun yılları , o mücadeleyi yeniden hatırlayacaklar – onurla, göğüslerinde gurur patlamaları yaşayarak.

Kitap; kapağı, kapak içi ve sayfalardaki görselleriyle fotoğraflarla tam manasıyla bir albüm. Emek yoğun ama aynı zamanda da duygu yoğun bu çalışmayı tarihe ve bizlere armağan ettikleri için başta Cahit Akçam ve ekibine, İzdüşen Yayıncılık çalışanlarına müteşekkiriz. İşin en kolay tarafı teşekkür etmek ve albümü alıp tartışmak, düşünmek, irdelemek okura kalmış.

Elbette, dörtyüzlü rakamları bulan katledilmiş Devrimci Yol üyelerinin, Türkiye’nin en karanlık olaylarının yaşandığı 1976 – 1980 yılları arasında, on sekiz – yirmi beş yaş aralığındaki kısa ömürleri ve ölümleri hakkında yazmak, bu albümün taşıdığı tarihsel dokümantasyon olmasını da önemseyerek kritiğini yapmak  insanın kendisini iyi hissetmesini sağlamaz. Belki çok kıymetli, ve hakikatli bir ahde vefa borcunu – geç de olsa – ödemenin kısa, hüzünlü bir dinginliği yaşanır. O yıllara geri dönüşler, birçok hatıranın depreşmesine yol açar, ölen arkadaşların imgeleri portreler galerisi halinde imgelemde dönenir durur. Müteakiben de  melankolik, depresif bir ruh halinin gözyaşı tedavisine sevk eder insanı. O yılları 17 – 18 yaşlarında yaşamış, çeşitli badireler atlatmış, verilen anti – faşist mücadelenin neleri önlemeye muktedir olduğuna tanıklık etmiş, aynı zamanda da neleri yapabilme özgücünü barındırdığını gözlemlemiş bir birey sıfatıyla kırk yıl geriye giderek ama kendini elem ve kederin anaforuna kaptırmadan bu albümü yazmak, olağan bir yazma ediminin çok ötesinde bir boyuttadır. Çünkü kimilerinin cenaze, kimilerinin anma törenlerine katılmış, kimilerinin mezarlarını ziyaret etmiş olmanın dışında, albümde adları geçen Devrimci Yol mensuplarının çok büyük çoğunluğunun ölüm haberlerini okumuş, işitmiş olmak Devrimci Yol üyesi olmamama rağmen beni de efkar sarmalına alıyor. Albümde insanın içini sızlatacak onlarca şey var ama hazin olan yaşamdan koparılmış bu devrimcilerin hayatlarında müzik, şiir, folklor, tiyatro, futbol, dostluk, dayanışma hep varolmuş. Şimdilerde terk edilmesi vahyedilen “hüzünlü dünya görüşleri” değil; tam aksine neşeli, güleç, çalışkanlık ve fedakarlıkla mücehhez bir dünya görüşünün akisleri albüm sayfalarına yansıyanlar.

Evet; retorik değil, parrhesia kullanacağım elbette ki; toplumdan alacaklı, yaşamaya herkesten fazla hakları olduğu halde hiçbir karşılık beklemeden, halkı faşizmin imha amaçlı ablukajından korumak için bile isteye kalkan işlevini benimseyerek, ecel şerbetini ölmeden yudumlayan, ölüme “Hoş geldi, safa geldi” demiş insanlardır, albümdeki portreler.

Ancak, bu albüm, ben de “Artık oluyoruz” hissini de yaşattı ki, son düzlüğünü koştuğum hayatımın bu evresinde gönenç yaşamama vesile olduğu için de ayrıca değerlidir nezdimde. Şu sebepledir iç gönencim:

Dünya devrimler tarihinde iki ay sonra yüzüncü yıldönümü idrak edilecek olan 1917 – Ekim Bolşevik devrimi çok özel bir yer tutar. Zira tarihteki ilk sosyalist devrimdir. Her biri aynı zamanda birer su katılmamış entelektüel olan Bolşevik önderler içerisinde de Kollontay her şeyiyle bambaşkadır. Kadın militan, devrim ve sosyalizme adanmış bir hayat ve o yıllarda bir Bolşevik – Feminist, aynı zamanda güçlü bir yazar. Kollontay, bu çelik iradeli kadın,  Vladimir Ilıç’in önerisi üzerine ABD’ye altı ay sürecek bir propaganda-ajitasyon ve sosyalizmi anlatma çalışması için gider. Ucuz tren biletleri ile bezdirici yolculuklar yaparak bazen bir günde iki ayrı şehirde konferanslar verir. Bu program kapsamında, ilk madenci grevinin yapıldığı ve ilk grevci maden işçilerinin vurularak öldürüldüğü şehre gelir. İstasyonda yoldaşları Kollontay’ı karşılarlar. Konferans salonunun tıklım tıklım olduğu ve heyecanla beklendiğini söylerler kendisine; ama o, önce mezarlığa gitmek ister. Şaşırır emekçi yoldaşları. Neden? Diye sorarlar. Çünkü, der, Kollontay, ilk maden işçisi şehitlerimiz burada yatıyorlar, önce onları ziyaret edeceğim, sonra konferans salonuna gideceğiz. Mezarlığa varılınca Kollontay çok sinirlenir; maden işçisi yoldaşlarının mezarlarını bakımsız ve metruk görünce. Sert eleştirir yanındakileri. “Hiç mi ziyaret etmiyorsunuz yoldaşlarınızı? Bu mezarların hali nedir böyle?” diyerek elleriyle girişir mezarları temizlemeye. Elindeki çiçekleri mezarlığa özenle ve saygıyla yerleştirir ve konferans programına başlar. Esaslı bir ders vermiştir Bolşevik kadın önder. Sonraki zamanlarda o mezarlar pırıl pırıl tutulur.

Ama Türkiye devrimci mücadele tarihinin en fazla kayıp verildiği 1970’li yıllarında  Nazım Hikmet’in şu dizeleri, aklın alamayacağı bir ihmalkarlığın poetik gerekçesi gibiydi: Ölenler dövüşerek öldüler / Güneşe gömüldüler / Vaktimiz yok onların matemini tutmaya / Akın var güneşe akın / Güneşi zaptedeceğiz / Güneşin zaptı yakın... Oysa, evlatlarını toprağa vermiş aileler, acıyı bal eyleyip çocuklarının mezarlarındaki tenhalıktan, kapılarının çalınmamasından bizar olsalar da, dağları eriten sabırlarıyla sessiz sitemsiz kalma asaletini gösterdiler. Ya Basta; artık yeter. Başlamış olan Küresel Devrim’in şafağında, ölülerimize sahip çıkmanın zamanıdır.

Kollontay’ın yüz yıl evvel verdiği ders geç de olsa idrak edilip gereği için ortak irade tecelli oldu ya... İşte gönencim, ve artık galiba “Oluyor-uz” deme sevincim bundandır.

 

Onları anı yapanlar kimlerdi

 

Nesnel bir bilimsellik formasyonuyla serinkanlı analiz de yapılsa; bir siyasi çizgiyi savunma öznelliğinin tarafgir yaklaşımıyla da tartışılsa aynı sonuca varılıyor. Bu ironi nereden türüyor, bir nazar eyleyelim.

Albümün ilk cildinde bir analitik istatistik çalışması yaptım. Gerek benim o yıllardaki yaşadıklarım, gözlemlerim, hatıralarım gerekse albümdeki verilerin analizi şu sonucu verdi: En fazla ölüm vakaları 1978 – 79 – 80 yıllarında yaşanmış. Ama 1980 yılının ilk 8 ayında yani 12 Eylül darbesine kadarki süreçte 1978-79 yıllarının toplamından fazla sayı çıkıyor. O yıllarda 18-20 yaşlarımda, Ankara Kuzey Kafkas Halk Kültür Derneği üyesiydim; gençlik kollarında aktif görevler alıyordum. Faşist cinayet müfrezelerinin doğrudan devrimcileri, Alevi – Kürtleri hedef aldıklarını görüyorduk ama derneğimize de silahlı baskınlar yapmaya başlamışlardı. Bu cinayet şebekelerinin adlarından birkaçını hatırlatayım: TİT ( Türkçü İntikam Tugayları), ETKO ( Esir Türkleri Kurtarma Ordusu )... Bu teşkilatlar sınıf mücadelesinin kızgın zemininde toprak ağalarının ve sanayi patronlarının finans ve silah destekleriyle toplumsal muhalefetin siyasi dinamiklerini imha etmek üzere teçhizatlanıyorlardı. Şöyle bir misal devlet kayıtlarına da geçmiş olduğu için paylaşılabilir. Aynı zamanda patolojik bir ruh halinin güzide bir numunesidir de:

Yedi cinayetten hüküm giyen Veli Can Oduncu ile ülküdaşı Ferhat Tüysüz, mahkemedeki savunmalarında, hâkimin neden bu cinayetleri işlediniz sorusuna, “Kahvede oturuyorduk, canımız sıkıldı, kalkın komünist öldürelim dedik, gidip komünistlerin oturduğu kahveleri taradık.”

İşte yazı konusu olan albümdeki insanların çoğu, bu zihniyetin sarıldığı silahlardan çıkan kurşunlarla verdiler. Kalleşçe kurulan pusularda işlenmiş siyasi cinayetlerdir sözün özü.

Tarihe Bahçelievler katliamı olarak geçen silahsız altı solcu öğrencinin kaldıkları evi basan ülkücü bir grup içerdeki infazlardan başka bir de yanlarına alıp götürdükleri üniversite öğrencilerini Ankara – Polatlı yolu üzerinde tellerle boğarak öldürdüler. Katillerin bir kısmı yakalandı. Bu davadan hüküm giyenlerden biri, yıllar sonra verdiği demeçte, “Yaptığımız hayvanlıktı” ikrarında bulundu.

Bu iki korkunç olay 1977-80 yılları arasında faşizmin nasıl bir azgınlıkla katliamlar yaptığını, ve en fazla ölümlerin neden 1980 yılında gerçekleştiğini de zihin ekranına getiriyor. Sadece Alevi oldukları için insanların doğrandığı, vurulduğu bu yüzden tarihe bir utanç sayfası olarak kazınan K.Maraş katliamı da faşist müfrezelerin maharetiyle işlenmişti. Çorum, Antakya, Sivas gibi şehirlerde de benzeri senaryolar organize edilirken, halkın sindirilmesine matuf faşizmin kanlı blokajının önüne kalkan olan devrimcilerin yaşamları pahasına püskürtülmüştü. Kurşun yıllardaki faşist cinayet şebekelerine karşı sıcak akımlardır, destansı püskürtme kalkanı olma misyonunu realize eden.

Eğer o yıllarda çok daha geniş çaplı katliamlarla ülke kan deryasına dönmedi ise; bugün yaşları elli beş ve üstü olan yüzbinlerce insan yaşamakta ise, öğretmen, doktor, mühendis, mimar, işçi, akademisyen unvanları ile emekli hayatı sürüyorlarsa, çocukları yetim büyümemişse, bunu o yıllarda faşizme karşı bedenleriyle duvar ören devrimcilere borçludurlar. Albümde anılmış olanlar da bunların bir kısmıdır.

Faşizme karşı omuz omuza, Faşizme ölüm halka hürriyet, Faşizme karşı devrimci yol... Sloganları, hayatın sıcak pratiğinin kelimelere dökülmüş izdüşümleridir. Bu gerçeklikte Devrimci Yol hareketinin payı, ölçülemez kırattadır. Reel politik pragmatizmin şahikası olan Direniş Komiteleri, bu payı helal ettirmiş, adeta organik enerji santralleridir.

2017 yılında, ancak bir kuşbakışı panoraması düzeyinde değinerek geçmekte olduğum o tarihsel dönemin hayatın her alanına nüfuz edebilme yeteneği ile en özgün ve en etkili örgütlülüğü Devrimci Yol idi, diyebiliyoruz. Bu hakikat o yıllarda dünya devrim mücadelesinin de dikkatini çekmişti. Şimdi bu hususu bilinçlere nakşetme noktasına geldik.

 

Antonio Negri ve Devrimci Yol

 

1980’lerde artan bir ivme ile solda özellikle de Marksizm’den ciddi kopmalar yaşandı. Bilhassa da 68 sonrasını bir yenilgi olarak değerlendiren entelektüellerde, düşünürlerde sembol , simge denilecek isimlerden  ricatlar ibretle izlenir oldu. Liberalizme, kozmik arayışlara, laik cumhuriyetçiliğe, tek parçalı ve dar hedefli meşguliyetlerle yetinen hedonizme doğru ters perendelerin atılması da görüldü. Kapitalizmi sorgulamaktan ve yeni bir dünya ütopyasından vazgeçişler de yenilgi psikozunun semptomları derekesinde teşhis edildi. Bu vakalar hızlıca memleketimizde de tezahür etti alaturka garabetler seviyesinde. Akademia çevreleri ve periferisinde batı düşünce dünyasından mülhem güncel trendler hemen moda akımlar olarak benimsendi. Artık miadını doldurmuş olan entelijansiyanın orta – alt çemberlerinde “Medet ya Deleuze, medet ya Spinoza” mertebesinde sahiplenildi. Hayatında sanat ve edebiyat dışında asla politik / ideolojik eser vermemiş entelektüellere siyaset kuramcısı  muamelesi yapıldı, beklenti yeni drajelerdi, yeni totemlerdi; Agamben bile bu nişaneden payını aldı, varın vaziyetin düzeyini siz ölçün. Buradaki dikkat çekici husus şudur; Tek yol devrim sloganını eleştirip tekçi anlayışa karşı çıkıldığı vazedilirken, karşı çıkış gerekçesi monist anlayışın dik alası olarak bir düşünürün yazdıkları dayanak alınıyordu. Tek yolculuğu güya eleştirirken daracık bir tek yolculuk sefaleti sergilenegeliyor.

Bir şeyin açıklıkla vurgulanması gerekir;  umulur ki yanlış anlaşılmaya set olsun. Hiç kimse ilelebet aynı siyasi çizgide ve görüşte, aynı yerde duracak; hep aynı fikirleri savunacak diye bir kural – kaide olamaz. Bütün dünya entelektüelleri Marksist olmak zorundadır ve bundan kaçamayacaklardır, savı hastalıklı bir ruh haline işaret eder. İnsanlar bıkabilirler, buraya kadar , diyebilirler, ahlaksızca olmamak koşuluyla düşüncelerini terk edip karşıt düşüncelere bile yönelebilirler. Farklı arayışlara girilmesi de değişik yönlere akış da beklenebilir vakalardan sayılmalıdır. Bunda bir beis yok, müşteki olan da yok. Amaa, hem Dölozcu, Derridacı, Agambenci kükreyişlerle ormanda kendini yalnız sanıp ne olur ne olmaz içten hesaplılığıyla, ven eskiden Dev-Yolcuydum, derkenar süsü yapılırsa, işte o zaman şimşek olur yıldırımlar yağdırırız sevinç, neşe, ye iç eğlen den öte bir lafzı bulunmayan filozoflarınıza da ethosunuza da. Öyle aksiyolojik tarafsız tutumu yeni görüyor değiliz; bu familyanın arketipleri, 80’lerde daha zeki daha bilgili daha yaman insanlardı. Karl Pollany – Büyük Dönüşüm, Karl Popper – Açık Toplum ve Düşmanları ile çarpışa çarpışa geldik bugünlere, şimdikiler nedir ki ? Bir fiskeye bakar.

Murray Bookchin, Cornelius Castoriadis, Perry Anderson, Ernst Bloch, John Holloway, Daniel Colsan, Şeyla Benhabip ağır siyasi bönlük ve miyopluk arazları nedeniyle farkedilemez, görülemezler. Bunu anlıyoruz. Fakat Antonio Negri telaffuz edilince , orada bir durun bakalım, demek şart oluyor. “İmparatorluk ve Çokluk”, biliyoruz epey bir heyecan yarattı, şimdilerde harı dinmiş olsa da. Negri şu post modern zamanların neo-liberal zihniyet dünyasının kıyısındaki kurnalara uygun değildir. İlkin görece bir ferahlık duygusu hissedilse de ardından yakar geçer. Çünkü; Negri, İtalyan faşistlerinin, endüstriyel mütegallibenin, muhafazakâr – milliyetçi sanayi oligarşisinin karabasanı olan Kızıl Tugaylar örgütünün kuramsal önderi sıfatıyla anılmış, başına bin türlü musibeti bela etmek için OPUS DEİ, GLADİO, Hristiyan Demokratlar... Kısaca İtalyan devletinin tüm aparatlarının kin ve nefret kustukları , organize hareket ederek hapse atılmasına ön ayak oldukları bir felsefe profesörüdür. Aynı zamanda düşünür ve kuramcıdır. Evet, İmparatorluk kitabı, dünyanın şu son on yılda geldiği dekadans gerçekliğine dair zekice önseziler, tartışılmaya değer tezler içerir. Ama Negri’nin “Lenin üzerine 33 ders” adlı kitabı, en az İmparatorluk kadar yüksek kalibreye sahiptir, bizim için. Bu iki ayrıntı, Negri’nin düşünsel – siyasi serüveninin de doğru kavranmasına katkıda bulunur. İhmal edilebilir, görmezden gelinebilir  detaylar değillerdir.

İşte bu Negri, davetli geldiği İstanbul’da özel bir sohbette, şu sözü, altını çize çize gözlerin içine baka baka söylemiştir:

“Ben Devrimci Yol’ a hayrandım”.

Negri’ nin Devrimci Yol hayranlığını bu yazı ile öğrenip merak edenler “Onların Anısına” albümünü alıp okurlarsa ip uçlarına rast gelirler. İki katkıyla ip uçlarını çoğaltayım:

 

24 aralık 1978 yılında, K.Maraş katliamından sonra Ankara – Tandoğan’da baskı yasalarını protesto mitingi düzenledi Devrimci Yol tarafından. 110 – 115 bin kişi katıldı. İlk kez alandaki Kondulular, Devrimci Yol taraftarlarından fazla sayıya ulaştılar. 30 – 35 bine karşılık 80-85 bin; Kondulu tabiriyle gecekondu halkı kastediliyor. Yani halk, devrimcilerin üç kat fazlasıyla mitingteydi. Ve bu bir ilkti.

Devrimci Yol adında bir dergi çıkardılar. Rutin sayılar 150 bin, özel sayılar 250 bin tirajlarına bana mısın demiyordu. Şimdilerde iki bin satan bir derginin kurmayları, matbuat cangılında ormanlar kralı edasıyla geziniyorlar ya, anımsatmak yerinde olur, diye düşünmeden edemiyor insan.

Devrimci Yol’a hayran olan tek Negri değil. Onların Anısına, şükran ve sevgi halesi öyle genişliyor ki... Yeni zamanların yeni yolları buralardan döşeniyor.

Albüm ikinci baskısını yaptı bile. Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür, lafzı her halükârda geçerli değildir. Tarihe geçti, ölümüne yakın bir cezaevi direnişçisi şu dizeleri yazmıştı:

Sakın bizi çok övmeyin / Övüp de toprak altında üzmeyin

Toprak altındakiler bu soylulukla yatıyorlar. Toprak üstündekiler bir başka asaleti sergilediler. Kendilerine kesintisiz aylarca ve her gün işkence yapan timlerin elebaşıları, yıllar sonra Devrimci Yol’un önderlerini arayıp buldular. Pişmanlık itiraflarıyla helallik istediler süklüm püklüm vaziyette, işte emir kuluyduk vs teraneleriyle. Aşağılanma, hakaret bekliyorlardı ama inanamadıkları bir insani nezaket ve terbiyeyle karşılaşıp allak bullak oldular. Aldıkları cevap, “Olur böyle şeyler, geçti gitti, kinim hıncım yoktur sana.”

Sakat bırakılan hayatlar ( Adorno – Minima Moralia ) iradenin özgücüyle sağaltıldı.

Aklın karamsarlığı iradenin iyimserliği ( Gramsci ) ikileminde iradenin iyimserliğinin galebe çaldığı zamanları yaşıyoruz.

Ve şu söze yürekten katılıyoruz:

İsteyerek olsun, bilerek veya bilmeyerek olsun, bugün dünyanın her tarafındaki insanlar bir ölçüde Marx veya Marksizmin varisleridir. Spectres de Marx Syf: 149 – Jaques DERRİDA

Antonio Negri boşuna hayran değilmiş Devrimci Yol’a.

Toprak altındaki ve üstündeki varisleri selamlıyoruz.