Murat Bjeduğ

22 Aralık 2022

Annie Ernaux'un Boş Dolaplar romanı üzerine…

Boş Dolaplar, okudukça anlaşılıyor ki aslında bir kadın romanı

"Sahte hazineler sakladım boş dolaplarda
Beyhude bir gemi taşıyor çocukluğumu içimdeki sıkıntıya
Oyunlarımı yorgunluğa''

Paul Eluard

Annie Ernaux, 2022 yılının Nobel edebiyat ödülü sahibi Fransız romancı. Can Yayınları yazarın romanlarını daha Nobel almadan evvel yayımlamaya başlamış.

Ernaux'un Türkçeye çevrilmiş dört romanı bulunuyor: Boş Dolaplar, Seneler, Babamın Yeri, Yalın Tutku.

Yazar, 1940 yılında işçi sınıfı kökenli bir ailede doğuyor. Mütevazı bir aile yaşamı ve mazbut bir sosyal çevrede büyüyor. Gördüğü edebiyat öğreniminin akabinde, uzun yıllar edebiyat öğretmenliği yapıyor. Toplumsal sınıf atlama, kadın özgürlüğü, cinsellik, kürtaj, hastalık, yaşlılık, ölüm, okul, kilise, aile ve tabii öğretmen, rahip ve ebeveynin ideolojik işlevi ve toplumsal rolleri gibi konuları oto - sosyo biyografik bir biçemle anlatıyor. Romanlarında toplumsal yaşamı oluşturan siyasi, tarihsel ve kültürel olaylara da yer vererek yeni bir anlatım tarzı ile Ernaux, 21. yüzyıl roman yazınına farklı bir katkı yapıyor.

Kitaplarının baskı sayısı Nobel'le beraber hızla arttı.Türkiye edebiyat alemince Nobel öncesi pek fark edilemediğinden olmalı, yeterli ilginin gösterilmediği ve okur nezdinde de çok bilinmeyen bir yazar olduğu anlaşılıyor.

Boş Dolaplar'ın 149'uncu sayfasında, "İşçi sınıfı kökenliyim" diyerek kendi toplumsal kimliğini ifade eden Denise Lesur'un çocukluğundan başlayıp yetişkinlik evresine varışı ve yaşadıkları, romanın ana teması. Denis, öykünün başkahramanı. İlk sayfadan başlayarak romanı o anlatıyor.

Birinci baskısı 1974 yılında Fransa'da ytayımlanan Boş Dolaplar aynı zamanda yazarın ilk romanı. Daha başlangıç paragrafında insanı ürperten kürtaj operasyonuna mecbur kalan Denis'in hissettikleri, romanın izleği hakkında bir fikir veriyor. Bu sahne, ilk iki sayfada erkeğin ayrıntısını asla bilemeyeceği hazin travmayı canlı, abartmadan, ustalıkla anlatıyor – duyumsatıyor.

Boş Dolaplar, okudukça anlaşılıyor ki aslında bir kadın romanı. Yine romandan anlıyoruz ki Fransa'da da olsa Türkiye'de de olsa kadın olmanın erkek egemen dünyada sorunları öz itibarıyla pek değişmiyor. Kadının erkek egemen dünyadaki çatışması ile sınıf çatışması kadın kimliğinin özgül yanlarının varlığını feda etmeden, ertelemeden diyalektik bir bütünsellikle ve aynı yörüngede seyrediyor.

Feministlerin on yıllar boyunca sürdürdükleri mücadele sonucu, kadın meselesinde ileri merhalelere gelindi – yeterli olmasa da. Boş Dolaplar, kadın sorununa duyarlı olma sorumluluğu duyan; eril algı, düşünme ve muhakeme mekanizmalarının girdabından çıkarak kadın dünyasına ve meselesine samimiyetle nüfuz etmek isteyen erkeklerin hemen şimdi okumaları gereken bir roman.

Hayata ve tarihe sınıflar mücadelesi perspektifinden bakan cenahın nicelik olarak kayda değer bir kesimi, kadın meselesini de ortodoks bir anlayışla devrim sonrasına erteleyen bir yaklaşım içindeydi. Bu ötelemeci ve görmezden gelme tavrı, soruna bakış açısını flulaştırdığının da uzunca bir süre farkına varamadı. Tuhaf olan şudur; bu durum ve gerisindeki anlayış kanıksanmıştı bu ülkenin düzen karşıtı radikal siyasi mahfillerinde. Şimdilerde feminist eleştirilerin de katkısıyla bu indirgemeci tutumun yanlışlığını dürüstçe ikrar edip netleşme arzusu duyan insanların miras aldıkları teorik parametreleriyle hesaplaşmalarına zemin olacak bir kadın öyküsü yazmış Annie Ernaux. Bunu kaba didaktizmle değil; edebiyatı ideolojik mesaja heba etme riskini savuşturarak sindirilmiş bir yazın yeteneği ve zekice gözlemler sayesinde yapmış.

Denis Lesur, kendini okura şöyle takdim ediyor:

"Kim miyim ben? Önce bakkal Lesur'ün kızı, sonra her daim sınıf birincisi. Ve Pazap günleri beyaz soket çorap giyen bön kız, burslu öğrenci.'' (sayfa 15)

Anne ve babasının birlikte ve bütün gün işin başında oldukları mekanı ve yaşadıkları evi ise şu sözlerle anlatıyor:

"Kafe – bakkal Lesur, az buz şey değil, merkeze epey uzak, neredeyse şehrin dışında… Bütün evi doldurup hesabını ayın sonunda kapatan bir sürü müşteri. Cemaat denemez ama onun gibi bir şey. Evde çekilip tek başınıza kafa dinleyebileceğiniz bir yer yok, yukarı kattaki kocaman buz gibi oda hariç.'' (sayfa 18)

İşçi sınıfı içinde yoksullara, düşkünlerle, muhtaç olanlara yardım etmenin, dayanışmanın, yardımseverliğin, empati kurmanın yaşamın doğal normları düzeyinde içkinleşmiş olduğu bir hayat tarzı gerçekçi bir şekilde tasvir ediliyor:

"Annem onlara hiçbir karşılık beklemeden yiyecek getiriyor. Biz onlardan iyi durumdayız. Büfelerinin içi tamtakır.'' (sayfa 40)

"İnsanlık hâli, oluyor hayatta böyle şeyler, küçük görmemek lazım.'' (sayfa: 41)

Bu cümle Denis'in annesi tarafından düşkünleşmiş eski bir emekçi tanıdığını ziyareti sonrasında söyleniyor.

Aslında kendi halleri de hayatları da öyle imrenilecek gibi değil.

"Haftanın tek banyo günü, cumartesi akşamları… Kışın, mutfak merdiveninin altındaki, tencerelerin durduğu yüklükte, vücudun, dişlerin, kukunun durulanmadan tek suyla yıkandığı, sabunlu, su dolu leğenin içinde ayakta. Sabunlu suyu ziyan etmemek için, annem ertesi pazartesi bununla bir de yerleri silerdi.'' (sayfa 44)

Aile, okul ve kilise ile hesaplaşan Denis'in isyanı

"Okul, yakıcı kelime, kilise gibi, babam kiliseden nasıl söz ediyorsa okuldan da aynı şekilde bahsediyor.'' (sayfa 45)

"Aşağılanma bu. Okulda öğrendim bunu, okulda hissettim aşağılanmayı.'' (sayfa 53)

"Öğretmen, tiksindiğim, nefret ettiğim öğretmen, öğretmenler. Bir de rahip, o da unutulur gibi değil…'' (sayfa 57)

Annie Ernau'un Fransız Marksist düşünür Lois Althusser'i okuduğunu ve devletin ideolojik aygıtları kavramında aile, okul ve kilisenin egemen ideoloji üreten çarkın en güçlü dişlileri olduğu görüşünü ondan öğrenip benimsediğinden emin değilim. Ama romanda bu sorunsal öyle rafine ve gerçekçi işlenmiş ki, akla ister istemez Althusser geliyor. Tıpkı Denis'in okul hakkındaki düşüncelerinin Ivan Illich'in ünlü "Okulsuz Toplum'' kitabını akla getirdiği gibi.

İsyanını ise Denis infilak edercesine şu cümleyle ifade ediyor:

"Tanrı'ya tapınmıyorum, annemle babama itaat etmiyorum, daha ne olsun.'' (sayfa 57)

Denis, cinselliğini keşfederken ve ilk kez deneyimlerken okul - kilise – aile cenderesinde duyumsadıklarını ve yapılan telkinler sonrasındaki ruh hâlini ise açık sözlülükle ifade ediyor:

"Bacaklarımın arasında korkunç bir hayvan büyüyor, yassı, kırmızı, 'pis'. Sımsıcak, içimi gıdıklıyor, kemiriyor, bakmayacaksın ona, dokunmayacaksın, herkesten saklayacaksın, şeytan gizli onun içinde. Tanrı, Bakire Meryem, azizler, bana sırt çevirecek… Kirlenmiş ve yapayalnız çıktım kiliseden.'' (sayfa 58)

İşçi sınıfına mensup emekçi bir ailenin kızı Denis, sınıfından, ailesinden, okul ve kiliseden nefret ederek yaşarken kendine "uçuk hikâyeler, saçma sapan roller, şizofrenik masallar uydurarak…'' (sayfa 72) hayata tutunmaya çalışıyor.

Sınıf atlama arzusu

Ailesi büyük fedakârlık göstererek Denis'i özel okula gönderir. Denis orada burjuva çocuklarını, bu sınıfın hayat tarzını görür ve özenti duyar, gıpta eder. Onlar gibi olmak ister. Olamayacağını içten içe sezer ve kahretmeye ailesinden başlar. "Tanrım, yüce Tanrım, benim kabahatim değil, n'olur değiştir her şeyi, benim annem babam da diğerlerine benzesin…'' (sayfa 79)

Şu sözleri ise zeki ve her şeyi sorgulayan ama kendi sınıfından ve insanlarından tiksinerek burjuva sınıfına atlayamayacağından da artık emin olan lise öğrencisi bir ergenin bilinç akışı ile iç konuşma arasındaki dokunaklı ikrarı gibidir.

"On dört yaşındaydım ve dünya artık bana ait değildi. Çevreme de annemle babama da yabancılaşmıştım, onları görmek istemiyordum. Beni onlara bağlayan yalnızca nefret ya da suçluluk patlamalarıydı." (Sayfa: 104.

The New Yorker'da yapılan değerlendirmeye ise katılmamak mümkün değil: "Ernaux'nun kitapları birer itiraf değil, bir tür kişisel epistemolojidir… Onları okumak, o anlaşılmaz, acı verici, zaruri 'oluş' sürecini anlama girişimidir.''

Annie Earnux, Nobel Edebiyat Ödülü'nü fazlasıyla hak etmiş.