Yayın dünyamızın kruvazörü İletişim, beklenmedik bir sürpriz yaptı. Alman yazar Wolfgang Schorlau’nun peş peşe üç kitabını yayınladı. Sürpriz şu, Münih Komplosu, Mavi Liste ve Koruyan El adlı romanların siyasi polisiye türünde yazılmış olması. Hem sürpriz hem de gözü kara bir cüretkarlık, İletişim’in bu sürprizi. Şundan:
Macar ve Hristiyan kökenli İbrahim Müteferrika’nın matbaasını kurup, ilk kitabı 1729 yılında basmasından bu yana, neredeyse 300 yıldır, bu memlekette kitap okuma gurur duyulacak seviyelere gelmedi. Osmanlı – Tanzimat – Cumhuriyet dönemlerinden geçip de bana mısın demeyen okumaya – kitaba ilgisizlik haşmetini hiç yitirmedi. Bu üç evre içerisinde bu makus talihin tersine dönüp okumanın yaygınlaştığı iki kısa sürmüş safha var. 1966 – 1972 ve 1974 – 1980 yıllarıdır bu merhaleler. İlki daha çok bilinen nitelendirmeyle 68 kuşağının sahneye çıktığı zamanlardır. Çok okudular, ülke ortalamasının epeyce üzerinde idi okuma oranları. 68’lilerin rahle-i tedrisatından muvaffak olarak geçen 1970’ler nesli de okuma ediminde ülke ortalamasını aşan 68’lileri de aşarak çıtayı çok yükseltti.
Sol ve polisiye
Hazin olan ise şimdi İletişim’in Wolfgang Schorlau’nun bu üçlüsünü okuyunca bir özeleştiri lüzumuyla karşı karşıya olduğumuzu yeni farketmiş olmam. Çünkü ben de dahil kuşağım, 68’li abilerimizin öneri ve tavsiyelerine icabet edip Tütün, Ana, Benim Üniversitelerim, Ve Çeliğe Su Verildi, Fabrika türünden sosyalist gerçekçi romanlara gömüldüğümüzde, aklımıza polisiye okumak hiç gelmedi. Doğrusu lüzumsuz bir şeydi ve zaman ayırmaya değmezdi, okumamız gereken daha önemli romanlar hep vardı. Yani ne 68’liler ne de 70’ler kuşağı polisiye ile hiç ilgilenmedi, desem yeridir.
Yani okumayan toplumun en çok okuyan kesimi bile bu tavır içindeydi. Ama eğer bu bir vebal ise tek müsebbibi 68’liler değildir.
Çünkü polisiye önceki edebiyatçılar kuşağınca da, bir edebiyat türü olarak görülmediği için mesela Aziz Nesin, Orhan Kemal, Kemal Tahir gibi yazarların müstear isimlerle Mayk Hammer, Agatha Christie roman ve tefrikalarını, çektikleri geçim sıkıntısına bir nebze katkı almak için yazdıklarını biliyoruz. Edebiyat erbabı, polisiyeye bu muameleyi yapınca sonraki kuşakların benzeri ve yok sayıcı tutumları anlaşılır oluyor.
İki isim var hafızamda kalmış biri Fatih Özgüven diğeri ise Bülent Somay; polisiye üzerine yazmış olan. Bir de Marksist iktisatçı Ernest Mandel’in çevirisi yayınlanan ‘‘Hoş Cinayet ‘‘isimli kitabı; başka bir bilgi de yok belleğimde. İletişim be beklenmedik çıkışı ile 34 yıldır kültür hayatımıza yaptığı katkılarına bir yenisini ekledi, hem de mühim bir katkı bu.
Girizgah
Evet, bu üçlü siyasi polisiye. Ama bu ifade en genel tanımlamaya denk düşer. Salt polisiye tutkunları için de doyurucu bir kurguya, anlatım diline, polisiye romanlarda aranan o heyecan ve merak uyandırıcı olaylardaki sırlar hakkında romanın kurgusu içinde ilk evvel bilinenlerin tatminden uzak olması ve bilinmeyenlerin giz ve esrarını çözme çabası, bu süreçte yaşananlar, karakterlerin yetenek ve zekalarının okuru da şaşırtacak dehlizlerde dolaşırken yaşadıkları… vs ile ilginç ve okunulduğunda edebi zevk verecektir. Bu üç kitap da başarılı romanlar arasında takdir görecektir, polisiye okurlarınca.
Siyasi polisiye roman üçlüsü, ideolojik formasyonu aynı sistematiğe sahip 68’liler ve70’ler kuşağı için daha bir dikkatle okunup yaşamsal çıkarsamalar yapılmaya namzettir. Jargona hapis olmadan, yepyeni kavramları da içsel tanımlamalarının sınırlarını genişletme potansiyeli ile ampirik olgu ve verilerle verimli bir düşünme – tartışmanın kapılarını ardına dek açıyor. Çünkü çok geniş bir siyasi terminolojinin hala tartışmalı kavramlarını da üzerindeki toz ve örümcek ağlarından sıyırıp yeni tanımlayıcı yüklemeler yapma ve yeni ilave kavramlar üretmenin zorunluluğunu gösteriyor.
Post-modernite, belki de en fazla, büyük anlatıların, ana akımların çökmesi; majör kimliklerden minör kimliklere evrilmenin ve bu kimliklerle siyasetin, sanatın, edebiyatın büyük disiplinlerin kurallarına, geleneklerine, kabullerinin tartışılmazlığına dinamitlerin atılarak onlarca yeni, dar ve tek hedefli kulvarlarda seyr-ü sefere çıkmış olması ile anılacak.
Bu kırk yıllık zaman içerisinde art arda gelen neo-liberal dalgalar, düşünürleri, teorisyenleri, ideologları, keskin devrimcileri ve daha nicelerini entelektüel, aynı zamanda da ruhsal manada imha edip çökertti. Akıntıya karşı direnen az sayıdaki cesur, onurlu, fikri namusunu koruma erdemini gösterebilmiş, teslim etmeliyiz ki yazarlar, sanatçılar, ressamlar, müzisyenler kültür gerillası mahiyetinde çoğunluğu oluşturdular.
Zifiri karanlıklarda ışıldadılar; Uzak Doğu’dan Orta Doğu’ya, Latin Amerika’dan Kuzey Amerika’ya, Avrupa’dan Afrika’ya her yerde ölü toprağı serpilmiş bir hal egemen iken onlar yapraklar açtılar, eserleriyle-iradeleriyle-teslim alınamazlıklarıyla.
Neo-liberalizm hayatı pespayeleştirirken, onlar Sisyphus* vari çabalarla hayatı yücelttiler, yeni bir yaşamın kurulabileceği inancına dirimsellik verdiler. Gitgide azalmakta olduğumuza dair bir kötücül sarmal karşısında yıldız ışıkları saçtılar.
Tıpkı Ganj nehrinde kutsal ayin ritüellerini tamamlayıp gecenin karanlığında, mridangam – veena – tabla – sarangi eşliğinde Hindu’ların, Budist’lerin, yanan mumları içerisine koydukları lotusları nehre salmalarının oluşturduğu duygu heyecanı gibi bir devinimdir söz konusu olan. Enerjik, anti-otoriter, hiyerarşi karşıtı, darp edilen bireyin iç evreninin ışıklarının birer ikişer sönerek karanlığa ramak kalmışlığına, ekolojik çöküşün eşiğine getirilen yerkürenin- Gaia’nın hüzünlü haykırışlarına duyarlı bir devinim bu.
Anlaşılmasını güç bulduğu felsefi-siyasi sözcük yığınlarıyla tebelleş olmayı reddedip, Ya Basta ve Non Passaran arzusuyla doğrudan eylem odaklı bir devinimdir sözünü ettiğim. Şimdi, burada ve hemen şiarıyla alarme bir dinamizmin nelere muktedir olduğunu gösterdiler.
Liberal demokrasinin sınırlarını genişletmek, devleti demokratikleştirmek ile yetinmeye ram olmayan hatta pek de ilgilenmeyen daha çok kişisel / müstakil çalışmalarla ama kollektif bir ruh intibaını da veren kendiliğindenliğine rağmen enternasyonelleşen isyancı dayanışmanın, 68’de serpilen tohumlarının ışkın vermesiyle, yeni olan henüz emeklemekte ise de artık kuvözden çıktı. O meşum azalma hissi yavaş yavaş terk etmeye başladı örselenmiş ruhlarımızı, çoğalıyoruz duygusuna yaklaşmaktayız. Çünkü karşı-küresel bir olgu halinde tecelli etmektedir, bu yeni olan.
Karşı-hegemonya küresel kapitalizme ve neo-liberalizme en zayıf yanlarından çatlaklar açarak, daha önceki mücadelelerde açılmış ancak içeriden yeniden örülmüş çatlakları yeniden çökerterek kapitalizmin ideolojisi neo-liberalizmin hınçla faşizan karaktere nasıl teşne olduğunu da gözler önüne seriyor. Liberal demokrasinin ve modern batılı kapitalist devletin de ideolojik ikna aygıtlarından vazgeçerek baskı ve zor aygıtlarına başvurmakta beis görmediklerini de, Vladimir İliç’in, ‘‘Devlet, Bir sınıfın başka bir sınıfa baskı aracıdır’’, şeklindeki tanımını sanki kanıtlamak gibi ironik bir misyonu deruhte etmelerini de sahne önüne getiriyor.
Wolfgang Schorlau, Almanya’da devletin ve daha derinlerdeki devletin asli sahibi zehabıyla kendini memur kılmış bir kadronun, Alman toplumunu tehlikelerden korumak gibi sığ, soğuk savaş yıllarının anti-komünist DNA’sı ile Nazi genlerinin ortak bileşkesi ile forme olmuş bir grup psikopatın, salt devlet denilen aygıtın iktidar mercilerini işgal etmiş olmalarından ötürü kullanma yetkileri bulunan zor – baskı – imha – tenkil politikalarının nasıl demokrasi adına kullanılageldiğinin yazınsal düzlemde en yetkin ifadelerinden biridir. Bu iç çürümüşlük salt Almanya’ya özgü değildir; roman üçlüsündeki olayların tamamı Almanya’da geçiyor diye Almanya devletinin vebali deyip geçemeyeceğimiz, modern devlet – demokrasi – sınırlar; haddini bil, mesafe ve ikazıdır. Haddini bilmezsen, sınırları aşarsan şu ve şu mekanizmalarımız işlemeye başlar ki bu da boğulman, imha edilmen demektir, gibi zımni mesajı telgrafın tellerine kuşlar konsa da iletmiş olur.
Şu halde; devlet denilen makinenin, hangi yağla soslanmış olursa olsun, cibilliyeti, dünyanın her yerinde budur, demek mübalağa değildir.
Evet biliyoruz ve Umberto Eco’nun uyarısını yerinde buluyoruz: Faşizm tekrar Nazi üniformasıyla gelecek sanısı yanılgıdır. Ama; faşizmin Mussolini’nin Kara Gömleklileri, Franko’nun Falanjist milisleri, Hitler’in Nazi üniformalıları ile görünmedikçe faşizm kavramını kullanmama itinasının bir kavramsal püritenlik yanılgısına yol açabileceğinin de farkındayız.
Ancak her derin devletin ideolojik formasyonunda faşizm sinsi bir habis ur gibi bulunur; koşullara göre de süratle yayılabilir.
Küresel sermaye de çıkarları onunla örtüşen ve organik çıkar ilişkisi kurulmuş olan ulusal ölçekli sermaye serbest piyasa – demokrasi söylemlerine rağmen aslında totaliterizme hemen adapte olmaya ve davetkar tutumunu utangaç bir eda ile ifşa etmeye de hazırdır. Bu antagonizma liberallerin kafa yorması gereken bir olgudur. Paradigmaları artık iflas etmiştir zira.
Bu girizgah, bir edebiyat eseri değerlendirmesi için fazla uzun; tam karşı cepheden siyasi analiz yapmak lüzumlumu gibi ? sorular akla gelebilir. Ama üç kitabın da kritiğine sıra gelince bir bağlama oturduğu, yerindeliği anlaşılacaktır.
Wolfgang Schorlau Kızıl Ordu, Kızıl Tugaylar, Neo-Naziler – Doğu Almanya ile Batı Almanya’nın birleşmesiyle sermayenin kirli ve halkın çıkarlarını hiçe sayan siyasi ve ekonomik entrikalar ve atraksiyonlarnı anlattığı için, yanı sıra da aslında bilinenin ve ortak kabulün çok ötesindeki, derinlerde, üstü örtülen ayrıntılara daldığı için salt bir edebiyat eseri değil yazdıkları. Gerçekten yaşanmış olayları romanlarının olay örgüsünün temeli olarak işlemiş; hakikatlerin önüne çekilmiş sır perdelerini teker teker ve kanıtlarıyla gözle önüne sermiştir.
Yani kapitalizmde derin çatlakların yenilerinin eklenmesine mitralyözler isabet ettirerek edebiyat dışında da bir misyonu harfiyen yerine getirmiştir, Schorlau .
Yazımın ikinci bölümünde romanları tartışacağım.