Murat Bjeduğ

12 Haziran 2017

Ali Akay: Gerçek bir entelektüelin serencamı üzerine - 2

Ali Akay, bu kırk yılın tepeleyerek gelen heyelanına karşı aklıyla, eserleriyle, sanat dünyasına kattıklarıyla saygın bir konuma erişti

Şairler Devrimi, FSLN – Sandinista, Neo-liberalizm ve Dekadans

‘’ Poulantzas hocamdı… ‘’

Ali Akay’ın;  ben heyecanla, Birikim dergisi ve Poulantzas‘ın kuramsal katkısını belirtince,  ‘’Poulantzas hocamdı ‘’sözü, irkilmeme sebep oldu.

Evet, tevazu büyük bir erdem ama terkibi de hassas ölçüleri gerekli kılıyor. Bunca zamandır izlediğim, okuduğum bir akademisyen ve yazardan bunu yeni duymak , demek ki daha kaybetmemişiz, lafzını hatırlattı.

Gerçek bir entelektüel, diye tanımlamam çok isabetliymiş. Bu kadar önemli ve ‘’ Prim yapacak ‘’ bir ilişkiyi bugüne kadar kullanmaması, o prime tenezzül etmeyen bir asaleti her zaman ve her yerde sergilemesi; neo-liberalizmin imaj, pazarlama, güç tapıncına malzeme devşirme bayağılığını adeta bir etik kural haline getirmesine karşı, sapasağlam bir karşı koyuşun net tanıtıdır. Piyasanın görünmez eline karşı eğilip bükülmemenin  kıvanç duyulacak bir örneğidir.

Bu kırk yılda o neo-liberalizm – serbest piyasa rüzgârlarının telef ettiği  niceliğe bakınca bu istikrarın ve hem güçlü hem de yepyeni ve güncel kalabilmenin ( popüler değil ) kıymeti zaman içinde daha da iyi algılanacak. Bu anlamda entelijansiyadaki kırk yıllık erozyonun tahribatına ve tüm aleyhte koşullara rağmen ayakta duran, durmaya çalışan insanlara nasıl bir moral katkı yaptığının da takdire şayan olduğunu bilhassa vurgulamak, Ali Akay’a bir ahde vefa borcudur.

Çevirileri, yazdıkları, söyledikleri bu 25 yıl içerisinde dönüp dönüp yeniden tavsiye edilen, okunan  metinler olması, pahanın ve seviyenin de göstergesidir. Türkiye’de Frankfurt okulu, tam olarak neden bilinmez, her üç-beş yılda, kentli – akademik - sol çevrelerde,  yeniden keşfedilip gündeme geliyor, ama belli ki bir anlamda moda oluyor ve hakkı verilerek tartışılmadan ve okunmadan ithal ikameci bir yaklaşımla değerlendirildiği için, bu topraklara özgü yeni bir dilin oluşmasında yapabileceği güçlü ve kalıcı katkı iç anlam gücüne ulaşamadan bulut gibi gelip geçiyor, hazin olan ise bu süreğenleşen arazın bir anane haline gelmiş olması. Verimli olabilecek tartışmalar yapılamadan heba olup gidiyor Frankfurt okulu. İşte bu ananenin, şimdi de Deleuze, Guattari, Derrida, Foucault için, hatta (“Ben Devrimci Yol’a hayrandım” diyen ) Negri ve Hardt da bu listeye dahil edilebilir, aynı mekanizmaları işlemeye başladı. Bu ülke düşünce dünyasıyla ilgilenen çoğu insan bilir ki, sadece adını duyduğumuz bu düşünürlerin ne söyledikleri,  ne üzerine çalışıp ürettikleri çok da bilinen şeyler değildi ve Frankfurt okulunun gölgesinde kalıyordu. Çünkü, dikkatlerin ve ilginin odağı orasıydı. Daha o zamanlardan Ali Akay, bu önemli düşünürleri, derinliklerine nüfuz ederek Türkiye düşünce dünyasıyla tanıştıran ilk kişidir diyebilirim. Ama buradaki Ali Akay’a özgü olan şu:

Yıllarca bu türden batıdaki tartışmalar, düşünürler, yeni çıkışlar aktarıldı. Ama sadece aktarma düzeyinde kaldı ya da kavramların iğreti ve bağlamlarından kopuk telaffuzları bir fayda sağlamadığı gibi kalıcı bir katkının da önü kapatılmış oldu. Oysa Ali Akay, bunun tam tersini gerçekleştirdi; o kavramları, söylem ve yaklaşımları kendi muhayyilesinde iç anlamlarını deforme etmeden kendi özgül dili ve perspektifi haline getirdi. Kendi dilini oluşturdu. Buraya kadar çok iyi elbette ama daha da iyisini yaptı Ali Akay. Yazımın ilk bölümünde şunu belirtmiştim:

Aklımda kalan en çarpıcı argüman, Attila İlhan’ın, Yaşar Kemal için telaffuz ettiği şu eleştirel cümle oldu:   

“Bir yaprağı 16 sayfada yere düşürüyor.” Bu argüman, yazının ilerleyen bölümünde Ali Akay’ın entelektüel  üretimi ve kalitesi konusunu irdelediğim zaman bir metafor olarak söylemek istediklerimi çok anlaşılır kılacak.

 O daha iyi de şu: Bir yaprağı 16 sayfada yere düşürmedi.

Net, açık ve son derece anlaşılır bir dille, uzatmadan, tekrar etmeden sözünü söyleyerek yepyeni bir praksisin etkin bireyi – enetelektüeli  oldu.

Dekadans– Bürokratlaşmış entelijansiyaya veda ederken…

On yıllardır aynı akıl yürütme stabilizasyonu, hemen hemen aynı kavramlar ve yinelenen bıktırıcı drajelerden artık gına geldi. Okumayan, takip etmeyen ama sürekli bir konuşma şehvetiyle konuşma fırsatını da hemen kullanan  perde önü aktörlerince, zihinlerinin derin dondurucularına kaldırıp lazım geldikçe kullandıkları vitamini kaçmış posaların tedavülde tutulmaya çalışılması, artık beyhudelik derekesindedir.

Resim sanatındaki genç resim sanatçılarının heyecan verici yepyeni eserler üretmesi, çok kaliteli roman ve öykülerin yazılması, sinemada kendini izlettiren filmlerin peş peşe çekilmesi, heykel sanatındaki insanı eserin önünde çakılı durduran estetik ve bireyin iç dünyasına sarmaşık kolları gibi nüfuz eden iç anlam zenginliği, şiirdeki yeni dil arayışları , müzikte dünya kalitesinde çalışmalar… Bütün bunlar olurken, eski zamanlara ait entelijansiyanın çöküşü ve yeni bir dinamizmi üreten, yaratan; entelektüelin siyasal işlevi sorunsalını artık gerilerde bırakmış, hayatı seyreden değil müdahale eden,  yeni bir entelektüel kimliğin şafağına tanık oluyoruz. Ali Akay, bu şafağın prototipidir.

Bir yazar düşünün, bunca kitap, çeviri, makale yazmış olsun; her biri birbirinden değerli yazılar ve konulardaki bu üretimin en hafif olanı, benzer durumlarda gördüğümüz gibi, önsözler olmalı. Ama Ali Akay’ın önsözleri de adeta birer bağımsız makale düzeyinde ve derinliğinde oluyor hep. Teker teker taradım hepsini;  usul yerine gelsin cılızlığında değil önsözleri. Düşünülmüş, tartışılmış ciddiye alınarak ve yüksek özdisiplinle kaleme alınmış. İleride belki bir yayıncının , ‘’Ali Akay –Önsözler’’, adlı bir derlemeyi akıl edeceğini ummak uçuk bir beklenti olmasa gerek.

Küresel hegemonya ve yarattığı ağır tahribatıyla neo-libralizm serüveni

Neresinden bakarsak kırk yıl gibi bir zamana tekabül ediyor bu hegemonyanın ihdası. Bir çöl kasırgası etkisi yapan neo-liberalizmin sultasını ve adım adım hegemonyasını küresel ölçekte kurmasına kısaca bir göz atmak biyosferin ve içinde yaşamakta olduğumuz erdemin aşağılanarak çiğnenmişlik halinin tezahürlerinin iç bağlantılarına projektör tutmak için gerekli.

Başta; Perestroyka (Yeniden yapılanma ) ve Glasnost ( Açıklık ) politikalarını uygulayan Sovyet Rusya olmak üzere, reel sosyalist ülkelerdeki bürokratik devletler, nomenklaturaları ile çöktüler. Berlin duvarı yıkıldı. Ortodoks kilisesinin son sığınağı Enver Hoca’nın Arnavutluk’u da veda etti, o çok sıkı sosyalizmine.

Ama en fazla moral bozucu kayıp, Latin Amerika’ dan geldi. ABD’nin tasmalı diktatörü Somoza’yı ve rejimini yıkan Sandinista devrimini, dünya da romantizmi, şiirselliği ile şairler devrimi olarak selamlanmıştı. FSLN gerillaları sosyalizmi inşa için insanüstü bir gayretle işe koyuldular ama eş zamanlı olarak da neo-liberal saldırının boy hedefi haline getirildiler. Bilhassa ABD ve başkanı Reagan açık açık Sandinista devrimini yıkmak için kuşatma seferberliği başlattı. Kontra adıyla örgütlenen CIA tarafından eğitilmiş katiller, serseriler çetesi CIA tarafından aktarılan büyük para ve silah yardımlarıyla organize oldular. FSLN’nin devrim mücadelesinde efsanevi gerillası, Komutan Sıfır lakaplı Eden Pastora, CIA tarafından satın alınarak kontraların başına getirildi. Sandinista ve Daniel Ortaga’ya karşı iç savaş başlattılar. Seçimlere giden Sandinistalar, seçimleri kazanan ABD destekli adaya iktidarı bıraktılar.

Artık neo-liberalizm zafer sarhoşluğunu küstahça kutlayabilirdi. Çok geçmeden Hegel’in Prusya monarşisini toplumsal gelişmenin zirvesi olarak tanımlayan ruhu Francis Fukuyama adıyla arz-ı endam etti; Fukuyama, bu defa yani Hegel’ den yaklaşık 150 yıl sonra Tarihin Sonu Kapitalizm, Serbest Piyasa, Demokrasi teziyle epeyce ilgi gördü.

Artık insanlar arasındaki ilişkilerin, ‘’Soğuk çıkar ve para ilişkilerine’’( Marx ), dönüştüğü zamanlar başlamıştı. Şikago okulunun teorisyeni Milton Friedman yeni dönemin ikonuydu.

Sanat-kültür-düşünce dünyası da  neo-liberalzimin çöl kasırgasından azade kalamayacaktı. Piyasa, estetik yaratıyı da para ve kar – kazanç çarkının dişlileri arasına aldı. Düşünme, düşünce üretme, insanlığın ve biyosferin geleceği  marjinallerin lüzumsuz meşguliyetleri  derekesinde görüldü. Kalıcı gerçek sanat, itibar kaybı yaşamaya başladı.

Elbette, bu hegemonyaya karşı,  hayat, direnme odaklarını üretecek, tek başına Stepkurdu ( Herman Hesse ) gibi kalabalıkların içinde yalnız ve tek başına kalsa da mücadele iradesini, inancını yitirmeyen bireyler vardı. Çok geçmeden ilk onurlu ses, Meksika dağlarından geldi; Zapatista Subcommandante Marcos ve arkadaşları yüreklere su serptiler. Nikaragua’da Sandinistalar, seçimle rövanşı alarak şairler devrimine bıraktıkları yerden başlamak üzere yeniden iktidara geldiler. Paris sokaklarında 68’den sonra ilk kez işçiler Enternasyonal söyleyerek geçtiler, Londra bulvarlarında genç aktivistler “Devrim İstiyoruz” sloganları ile alanları inlettiler, Gezi infilaki yaşandı.

Birey düzeyinde çabalar, herhangi bir örgütsel organizasyona dahil olmadan otorite ve hiyerarşi üreten eski kalıpları reddeden anarşizan  ama atomize karşı koyuşlar görünür olmaya başladı ve YA BASTA – EDİ BESE – NON PASSARAN haykırışlarının halesi yavaş yavaş genişler oldu. Ekoloji mücadeleleri, kadınların alanlara çıkışı, işçi sınıfının farklı ülkelerde eylemleri, sanat dünyasında sabırla taş taş üstüne koyarak yeni bir dönem yeni anlayışlarla inşa edilmeye başlandı.Yeni kavramlar, yeni mücadele biçimleri, yeni sesler neo-liberalizmin stepnesindeki faşizmle arasında çok ince bir sınır kalmış olan otoriteryanizmine karşı isyanlar başladı.

Bu zamanlarda, Marksistlerin döne döne vurguladığı, bu gidişatın nereye varacağına dair uyarıları, karşı söylem ve eylem çağrıları, tarihin çarpıcı bir ironisi olarak Milton Friedman’ dan geldi: ‘’ Ben bunu önermemiştim, ben azınlığın tiranlığını önermemiştim ‘’ .

Dekadans olarak gördükleri sosyalizmin krizi üzerinden alternatifsizlik mottosuyla  arenaya fırlayan Friedman ve tezlerinin dekadans halini görmeyi derin bir hedonizmle yaşamakta bana nasip oldu ve tüm dünyadaki yoldaşlarıma. En son kapitalizmin övünç mekanlarından Silikon Vadisi’nden, kapitalizmin içinde bulunduğu çıkmazlara karşı, sosyalizmi çare olarak ikrar eden sesler yükselmeye başladı.

Bu evrede de baktığımız zaman Ali Akay, işte bu kırk yılın tepeleyerek gelen heyelanına karşı aklıyla, eserleriyle, sanat dünyasına kattıklarıyla saygın bir konuma erişti.

Ali Akay ve sanat

                                                                       

Kendi ölçülerine göre belirlediği sanatçıları destekledi, anlattı, değerlendirdi, irdeledi. Piyasanın bildik anlamındaki küratörlüğünün sınırlarının çok ötesine geçti. Çok farklı ve tamamen kendine özgü bakış ve değerlendirmeleriyle de var olanı, ileriye taşıdı. Sanat eleştirisinin / kritiğinin, meyhane hasbıhali ağzıyla yapılanının seviyesini de gösteren bilgi yoğun bir zihinsel çaba ile başka zihinler üzerinde de etkili  izler bırakan  parlak çözümlemeleriyle de kaliteli işler üretti.

Sanat kritiklerinde de bir yaprağı 16 sayfada yere düşürmedi.

Aşağıdaki analizler çeşitli zamanlardaki mülakatları ve yazdıklarıyla Ali Akay’ a ait:

“Tekil bir sayı olarak çokluk”  tek bir şeyi ifade ediyor,  fakat ifade ettiği tek şey bir’de bütünleşmiyor, Bir’in altında oluşmuyor; o halde, çokluk, bir anlamda, kendi kendinin iradesine sahip olan bir insan, her bir çokluk bir insan ve her insanın kendi kendinin iradesine sahip olduğu bir durumda bu kavram ilginç bir hal alıyor. Kendi eylemlerine kendi karar verecek durumda olanları ifade ediyor. O halde, ona emir vermek, ona kanunları yaptırmak vs. gibi eylemler, çokluğa dışarıdan gelebilecek olan yaptırımlar ama bunlar aynı zamanda çokluğu bağlamıyor, çünkü çokluk halkta o halde sergide gelecek demokrasinin bakışını irdeleyen işler sorunu ele alacak ve sorunsallaştıracaklar.

Claude Leon’un Tarlabaşı’nda yaşayan insanlarla gerçekleştirdiği belgesel, sanatsal yaklaşımda onlara geldikleri yerlerin türkülerini söylettirmesi, Cem Gencer’in evsizbarksızlarla çalışmaları, Gamze Toksoy ve Altan Bal’ın “bekar odaları”nda yaşayanlarla yaptıkları belgesel fotografik çalışma, Zeliha Burtek’in yokluk-çokluk çalışması,Seza Paker’in savaş aletleri ve araçları koleksiyoncusu olan ve cinsiyet değiştiren Sophie ile ilgili sanatsal-belgesel çalışması ile projeksiyonda gösterdiği Sophie’nin sesini kulaklıklı bir ses aletiyle Serra Yılmaz’ın sesiyle vererek, İngilizce altyazılı sessiz bir şekilde gösterdiğinde kavramsal-sonrası bir çalışmayı ortaya koyması, Şener Özmen’in zararsız ama bir o kadar da şiddete maruz kalabilen ve de şiddet içerebilen; ama aynı zamanda dışlanmanın verdiği kırılganlık içinde deliliğini sergileyen insanı, kendi üzerinde bir çok işareti taşıyan çalışması ile Suzan Klienberg tarafından New York’ta ve Venedik’te göçmenlere “daha iyi bir hayat için ne isterdiniz?” sorusunun sorulmasıyla gerçekleştirilen çalışmanın görüntüleri; başka bir şekilde söylemeye kalkarsak sanat ve sosyoloji karışımı olan bu işlerin hepsi serginin kavramı “gelecek demokrasi” ye bakıyor.   

Küreselleşme: Devlet-Sefalet -Şiddet (1993-95)

Siyaset yapmak için sanat değil; sanatın kendi siyaseti içinde formlar ile uğraşmak 

Seza Paker’in “All Well” adlı eseri de aynı şekilde “Her şey iyi” ile “her şey kuyu karanlığında” aynı kelimelerden oluşmuş vaziyette. Well  İngilizce olarak hem “iyi” demek hem de “kuyu” demek. Kuyu karanlığı ve batmak ile iyiye giden aynı şekilde bir tezat oluşturmaktadır. 

 Son söz yerine…

Her şey kuyu karanlığında, bu değerlendirmenin nihilizm batağında çırpınan, Marksizmden, neo-liberalizme muttali olmuş ardından dao cenaha geçmiş, on yıllardır oralarda da edalarından vazgeçmeden esip savurmuşlar korosunun, dut yemiş bülbüle dönmüşler korosuna dönüşlerini ve meşreplerine denk gelen dekadansın hissiyatıdır daha çok.

Çünkü Apaçi davullarının sesini duymaktalar. Kızılderili epopesinde , davul sesi gelmekte olan kötücüllüğü haber verir. Ama artık tedbir almanın vakti de imkanı da kalmamıştır.

İzliyoruz da bir yandan, dekadansı.

Hedonistik bir izleme değil bu; acıyarak, düşülen pespayeliğin saçtığı bayat balık kokusunun insanda yol açtığı mide bulantısıyla izlemekteyiz. Aslında izlemekte değil, geçerken bakıyoruz, demek daha doğru. Çünkü; ‘’Büyük İnsanlık İdeali‘’ ile hayatını anlamlı kılan bireyler için yapacak çok şey var; artık boş durmak yok.

On yıllardır hiç boş durmayan Ali Akay, bence , ortak arzumuz olan Binyayla’ya vardı. O istikametteyim ama henüz meşguliyetlerimin devam ettiği  Kızıldere yaylasından ve Nurhak dağlarından selam yolluyorum Binyayla yolcularına ve varabilmiş yersizyurdsuzlara,; tabii başta sevgili Ali Akay’a tüm emekleri için, birikimini ve erdemlerini tekilin çokluk mertebesinde yeniden tanımlanmasına esin verici açık yüreklilikle sunduğu için.