1917 yılı Bolşevik Devrimi’nin yüzüncü yıl dönümü idi. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, tarihin ilk sosyalist devrimi tartışıldı, yazıldı; bu etkinlikler hâlâ devam ediyor. Çünkü tarihin akışına güçlü bir volantirist müdahale olan bu devrim henüz tüm yönleriyle tartışılabilmiş değil. Hem çok yakın bir tarihtir 1917 hem de hala külliyatlı boyutta belge –bilgi– arşivlerden açığa çıkarılmayı bekliyor. Bu da demek ki böylesine büyük bir tarihsel olayın nesnel değerlendirmesini yapabilmek için gerekli bilgiye sahip değiliz. Elbette ki eskiye göre küçümsenmeyecek bir birikim vardır ve Bolşevik devriminin değerlendirmesi, tartışılması için yıldönümü vesilesi ile söz söylemeye de cevaz verir niteliktedir. Memleketimizde de özellikle 1917 devrimini çok farklı yanlarıyla incelemiş olan önemli eserlerin çevirileri ilgilenenleri memnun edecek niceliğe yaklaşmıştır denilebilir.
Türkiye’ de 1917 Sovyet Devrimi’ni ciddi bir şekilde incelemek, öğrenmek isteyen kişi, anı – roman – söyleşi – biyografi – otobiyografi – makale - devrimin doğrudan tarihi hakkındaki kitapları okumaya niyetlenirse, sanırım yüz bin sayfayı bulacak bir okuma işini göze almalıdır. Bunu göze almış, her çıkanı okumuş, okumaya da devam etmekte olan bir kişi sıfatıyla, kalın kitaplara tahammül edemeyen, ‘’ Bu kadarını okuyamam ama öğrenmek de istiyorum ‘’, diyen bu Novella (kısa hikâye) bireyine, Kaybedenlerin Belleği, çok uygun bir kitap.
Bu yazının ikinci bölümünde ise; Bolşeviklerin ruh ve karakterlerine dair devrimin önde gelen isimlerinin çok az bilinen novella tadında yaşanmışlıkları mevzu edeceğim. Bilinmesini isterim ki Sovyet devriminin analizi, eleştirisi konulu yazıların soğuk ve diskur dilinin ötesinde ama en az o taraf kadar da bilgi tahkimatı yapacak içerikte olacak ikinci bölüm. İpucu vereyim: Kamo – Koba – At – Bay kalem?..
Başlarken belirtmekte yarar var. Bu yazıda, çok beğendiğim bugüne kadar Türkçede bir eşinin olmadığına inandığım bir romanı tanıtmayı amaçlıyorum. Yani bir edebiyat kritiği, roman eleştirisi değil okuduğunuz yazı; metin analiziyle, kahraman(lar)ın irdelenmesi vs. ile meşgul olmuyor.
Ayrıntı yayınlarından çıkan Kaybedenlerin Belleği isimli roman, uzun yıllar önce girdiğimiz ve hâlâ çıkamadığımız yenilgi, çöküş ve çözülüş döneminin bu yeniden ayağa kalkma ve sendeleme evresinde, özel bir dikkatle okunmayı hak ediyor. Artık iyice sıkıcı olmaya başlayan o “Geçmişten ders alma” klişesini besleyecek epeyce malzeme barındırdığından dolayı değil. Enternasyonalist devrimci bir duyarlığın, son yüzyılda önce kazanıp sonra kaybetmeyi ve uzun süredir kaybedegelmeyi sorgulamak için önce tarihi iyice bilmek gereğine, -edebiyat eseri niteliğiyle-, gözden ırak tutulamayacak bir katkı vermesinden ötürüdür, okunmayı hak ediyor oluşu.
İçinde bulunduğumuz bu zamanlarda Marksizm ile anarşizm, anarşizm ile ekoloji, ekoloji ile Marksizm’in birbirini dışlayan, ciddiye almayan rakipler değil iletişim kurarak, birbirini anlayarak ortak bir tarihin farklı yolcuları olarak bir araya gelmesinin imkanlarının arandığını, tartışıldığını, buna feminizmin de dahil edildiğini düşünürsek; devrimci mücadelede yer almış insanların bir vakit sonra Yeşil ya da Feminist oluşlarının sorgulandığını da hesaba katarsak, Kaybedenlerin Belleği’nin bu zamana çok uygun düştüğünü söyleyebiliriz. Bu tartışmalar, memleketimizde yeni yeni harlanıyor. Sadece bu anlamda zamana uygun düştüğünü söylüyorum. Yoksa bu roman, on yıl önce de, on yıl ve on yıllar sonra da dönüp dönüp okunacak, mükemmel bir fermantasyonla, meşe fıçılarda dinlenip, olağanüstü kıvamına ulaşmış bir Fransız şarabı lezzetinde.
20. yüzyıl devrim ve başkaldırı tarihi hakkında onlarca cilt kitap okumayı göze alamayan bir okur için, Kaybedenlerin Belleği mühim bir ikame işlevini de başarıyla yerine getiriyor. Çünkü on binlerce sayfaya zor sığacak koca bir yüzyıl, devrim ve sosyalizm bağlamında en önemli olayları, önde gelen şahsiyetleri ile dantela gibi işleniyor romanda.
Önce bir Fransız anarşisti olan yazardan başlamak lazım. Yüz yıla yakın bir tarih dilimindeki isyan-devrim ve sosyalizm mücadelelerinin Fransa, Rusya, İspanya ve en son yine Fransa gibi farklı coğrafyalardaki serüvenini işlerken Anarşizm, Komünizm, 68, Ekoloji mecralarındaki hüzünlü serüvenleriyle okuru kendi anaforuna çeken bu romanın yazarının yaşam öyküsü de, en az romanın kendisi kadar ilginç:
‘’Michel Ragon, 24 Haziran 1924 tarihinde Fransa’da, Fontanay le Comte’da yoksul bir köylü çocuğu olarak doğmuş. 14 yaşında babasını kaybeden Michel, annesiyle birlikte Nantes’e taşınmış. Garsonluk, çıraklık yapmış, her tür işte çalışmış. Bu dönemde sanata ve okumaya karşı büyük bir ilgi ve tutkusu da oluşmuş. 1943’te, Alman işgal güçlerine karşı bildiri dağıttığı için Gestapo tarafından aranmaya başlayınca doğduğu bölgeye dönüp saklanmış. 1945’te Paris’e yerleşmiş. Bu tarihten itibaren çok çeşitli işlerde çalışırken aynı zamanda emekçilerin mücadelesi, anarşizm, mimari üzerine yazılar yazmaya başlamış. Michel Ragon, şiir, roman, deneme, araştırma, eleştiri, gezi, sanat tarihi ve eleştirisi gibi çeşitli alanlarda kitaplar yazmış.’’
Michel Ragon’u öncelikle Türkiye’de tanıdığım anarşistlere sorduğumda, “biliyorum” diyenle karşılaşmadım. Önce anarşist arkadaşlara sormamın nedeni, yazarın kendisinin ömrü boyunca anarşist olarak yaşamış, emekçilerin mücadelesi ve anarşizm üzerine yazmış olmasındandı. Ancak araştırmama göre Michel Ragon’un Modern Sanat (Hayalbaz Yayıncılık), ve Modern Mimarlık ve Şehircilik Tarihi (Kabalcı) kitapları Türkçeye çevrilmiş. Ancak anlaşılan Ragon’un Türkiyeli okurlarla buluşması, çevrilen bu iki kitabının özgül alanları nedeniyle sınırlı bir kesimle gerçekleşmiş. Bu noktada bir çelişki dikkatimi çekti: bazı yerlerde M. Ragon, mimar olarak geçiyor. Ama Kaybedenlerin Belleği"ndeki kısa biyografisinde böyle bir bilgi yok. Sadece çalıştığı alanlarla ilgili dünyanın dört bir yanını dolaşıp dersler verdiği belirtilmiş.
Roman siyasi tarihi aslına sadık kalarak anlattığı gibi, kurgusal kahramanı olan Alfred Barthelemy’nin –romanda hep Fred diye geçiyor- hikayesini de çok gerçekçi ve çok etkileyici bir tarzda anlatıyor: Çocuk yaşlarda yaşadığı sokak hayatını, o sırada tanıştığı ve sonra aşık olup evlendiği Flora ile tutkulu aşkını, devrim uğruna Flora’yı terk edip Rusya’ya gidişini, Zinovyev’in en yakınında yer alırken tanıştığı Kamenev’in sekreteri olan Rus Galina ile aşkını ve evliliğini, her iki evliliğinden olan biri Fransa’da diğeri Rusya’da yaşayan çocuklarının serüvenlerini… keza çok sonraki üçüncü evliliği ve çocuklarını da.
İsyancı ruhlu Fred, Paris’te 19. yy sonlarında Flora ile beraber sokak hayatı sürerken Anarşist çevreyle tanışıp kendisi de Anarşist olur, Paris’in önde gelen Anarşistleri ile de tanışır; doğal olarak Bonnot çetesi ile de. Bonnot Çetesi 1911-1912 yıllarında sanatını icra eden Fransız anarşist topluluğuydu. Topluluğa adını veren Jules Bonnot, profesyonel araba hırsızıydı. 29 Nisan 1912'de onun öldürülmesi çetenin dağılmasını beraberinde getirdi.
Fred’in de çıraklık yaptığı, anarşist Delesalle’in kitapçı dükkanına sık gelenler arasında 1905 Devrimine katılıp Petersburg Sovyetinin kurucularından olan Rus sürgünlerden Vsevolod Eichenbaum vardır. Fred ondan etkilenerek Rusça öğrenmeyi kafasına koyar. Anarkosendikalizmi uygulamaya koymuş olan 1905’teki bu Sovyetleri merak eden Fred, aynı zamanda Dostoyevski ve Tolstoy’u kendi metinlerinden okumayı da çok arzular. Eichenbaum ile disiplinli çalışmaları sonucunda kısa sürede Rusçayı söker. Bu arada eşi Flora doğum yapar, Fred oğlunun adını Germinal koyar.
Fred’in liberter militanlığı ve anarşizme olan inancı, yaşamının tamamını kapsamaya başlar. Ağustos 1917’de Barselona’ da ilan edilen liberter komün, ardından iki ay sonra, Rusya’dan gelen devrim haberleri, yitirilmiş gözüken ütopyanın gerçekleşmekte olduğu umudunu diriltir, Fred tam anlamıyla sevinç ve heyecan içindedir. Kısa süre sonra askere alınmasının ve Almanya ile savaşın şokunu yaşarken, Fransız ordusu tarafından Sovyet Devrim Yönetimine gönderilecek heyet için aranan Rusça bilen üye olarak seçilir.1918 Mart ayında Rusya’ya varır. Moskova ve St. Petersburg’ta gördüğü açlık, kıtlık, soğuk karşısındaki yakacak yokluğunun yarattığı felaketlere, karaborsaya tanık olunca “Devrim malları paylaştırmadı mı? Zenginler mülksüzleştirilmedi mi?” diye sormaktan kendini alamaz. Bir nisan sabahında ÇEKA’nın Moskova’da Anarşistler tarafından işgal edilmiş yirmi konağa mitralyöz ve toplarla saldırı düzenlemesi, Fred’i sendeletir. Ağustos 1918’de Fanny Kaplan adında bir kadının Lenin’e suikast haberi gündeme bomba gibi düşer. Fred henüz Fransız heyeti personeli olarak çalışmaktadır. Suikast olayından kısa süre sonra Fransız heyetinden amirleri olan komutanlar, Bolşevik saflara ve komünist partiye katılma kararını aldıklarını Fred’e açıklar ve onu da aynı kararı almaya davet ederler. “Ben komünist değilim”, diyen Fred, şu söylenenler üzerine ikna olacak ve devrim saflarına bir anarşist olarak katılacaktır:
“Unutmayın ki Kropotkin Rusya’ ya kendi rızasıyla döndü ve Lenin’ in önerisiyle onun adı birçok okulun girişinde yer alıyor. Niçin? Marx’la Bakunin Cenevre’de 1867’de ayrılmış olsalar da 17 Ekim 1917’de Petrograd’da buluştular, Rus devriminin platformu üzerinde uzlaştılar.’’
Bu sıralarda Fred, zırhlı treniyle ülkeyi kat ederken Kızıl Ordu’yu kurmakta olan Troçki ile görüşme fırsatını yakalar. Daha sonra Lenin, Troçki, Zinoviev, Kamanev, Bukharin ve Stalin’le beraber Smolny Enstitüsünün küçük bürolarında çalışmaya başlar. Zinoviev’in çok ince sesli oluşunu, Troçki’nin kibrini, Bukharin’in parlak zekası ve nazikliği, Kollontay’ın kadınsı çekiciliğini ve davasına ve Lenin’e sarsılmaz bağlılığını, Makhno’nun içki ve safahat düşkünlüğü gibi ince ayrıntıları Fred’in gözlemleri olarak öğreniriz.
Lenin’in ilk daktilocusu olma prestijini taşıyan, daha sonra Kamenev’in sekreterliğini yapan Galina’yla evlenmeleri; Kollontay ile teşriki mesaileri; Kollontay’ın kadın, aile, çocuk yetiştirme ve feminizm alanındaki muazzam üretkenliği, çalışkanlığı ve iradesi ile Fred ve Galina’yı etkilemesi; doğan çocuklarının ‘’devrim daha iyi yetiştirir’’ diyerek ellerinden alınması üzerine Kollontay ile sert tartışmaları, romanın etkili bölümlerinden sadece biri.
Kollontay’ın kadın, aile, çocuk, Feminizm üzerine görüşleri ve uygulamalarının Türkiye’de feminist–sosyalistlerce yeterince irdelenmemiş olmasının ciddi bir eksiklik olduğuna da değinme gereği duyuyorum.
Kaybedenlerin Belleği’nin en çarpıcı hususiyeti, zaman zaman bir kurgu değil de ayrıntılı bir tarih kitabıymış yanılsaması yaratması - olumlu bir yanılsama bu. Ama şunu da belirtmek gerekir: Michel Ragon, kitabın başından sonuna kadar zikrettiği kişilerin, yaşanılmış olayların neredeyse tamamına yakınını bütün gerçekliği ile vermeyi başarıyor. Ben bu romanı Kollontay biyografisi, E.H.Carr’ın Bolşevik Devrimi ile Komintern’in Alacakaranlığı, Isaac Deutscher’in Troçki biyografisi, Moshe Lewin’in Sovyet Yüzyılı, Durruti’nin yaşamöyküsünün de yer aldığı, Abel Paz’ın Halk Silahlanınca - İspanya Anarşist Devrimikitaplarıyla beraber okuyordum. Kaybedenlerin Belleği’nde yer alan olaylar, kişilerin hayatlarından kesitler, anılan belgesel eserlerdeki verilerle eksiksiz ‘sınanabiliyordu’. Michel Ragon, konusuna, üstelik çok boyutlu ve çok karmaşık bu uzun tarihe, en ince detaylarına kadar tamamen hakim, su gibi içmiş 20. yüzyıl devrim ve başkaldırı tarihini…
Romana devam edelim: Bolşevik devrimindeki bürokratikleşme, Lenin dışındaki yönetim kademesinin andığımız isimleri arasındaki çekişmeler, Çeka’nın Anarşistlere karşı tutumu ve infazlar, suikastlar, Lenin’in ölümcül hastalığı sırasında Stalin’in artan gücü ve partideki hakimiyeti, 21 Ocak 1924’te Lenin’in ölmesi… Derken derin hayal kırıklığı içindeki Fred Kasım 1924 tarihinde, ardında bir eş bir oğul bir de düşlerini bırakarak Paris’e gelmesi ile roman birdenbire Bolşevik türbülanstan çıkıp yeniden Avrupa’ya, Fransa ve İspanya’ya odaklanıyor.
Fransa ve Paris, onun ayrılışından beri çok değişmiştir. Fred Renault fabrikasında, yaşadığı müthiş deneyimi bir sır gibi saklayıp becerikli bir işçi olarak çalışmaya başlar ve o çevreden bir kızla evlenir. Yeni eşi de henüz onun geçmişini bilmemektedir. Sakin bir emekçi hayatı sürse de içinde kabaran anarşist damar Fred’i uzun süre bu miskin yaşamın sınırlarında tutamaz. İspanya’ya gider. Efsanevi anarşist önder Durruti’nin yanında, uluslararası tugayda, Anarşist başkaldırının içerisine dalar. Paris’teki ilk eşi Flora’nın kollarında bir bebek olarak bıraktığı, artık delikanlı olan oğlu Germinal de yanındadır.
İspanya iç savaşında devrimin yenilgisi, Durruti’nin vurularak öldürülmesi, Sovyet Rusya ve Stalinist politikaların İspanya kalkışmasına vurduğu darbe sonrasında Fred bir kez daha yenilginin hayal kırıklığı ile Paris’e döner. Yaşlanmaya başlayan liberter Fred, İspanya’daki bu yeni yenilgiye katlanmakta zorlanan Fransız anarşist çevrenin daralmakta olduğunu, karamsarlığın egemenliğini kurmaya başladığını görür. Bu üzüntülü dönemde, İsveç’te büyükelçi olan, bu sayede de Stalin’in öfkesinden korunbilen Kollontay’ı sık düşünmeye başlar. Çünkü Lenin’in bütün dostlarının uğradığı tasfiye seli, kaygı vermektedir Fred’e. Kollontay’ın akıbetinden kaygı duymaktadır.
Fred, Stalin’ in, Kropotkin adının bir şehre, bir okula, bir metro istasyonuna verilmesini talep eden bayan Kropotkin’in ölümü üzerine nasıl rahatladığını; Lenin’in karısı Krupskaya’yı, yönelttiği suçlamalar üzerine, nasıl bir öfke ile Lenin’e bir başka “resmi dul” bulmakla tehdit ettiğini, Kollontay’dan öğrenir. Fred’ e, Kollontay tarafından aktarılan bu olaylar, doğrudur. Stalin’in sadık adamlarından Molotov’un Türkçeye de çevrilmiş olan Felix Çuyev’in Molotov Anlatıyor: Stalin’in Sağ Kolu İle Yapılan 140 Görüşme (Yordam Kitap) kitabında daha da beterleri anlatılıyor.
Tabii bu dönem hakkında yazan bir anarşist olunca, Kronştad, Kronştadlı isyancılar karşısında (Feldmareşal lakabı takılan) Troçki’nin tutumu, 1938 Moskova duruşmaları ve önde gelen Bolşevik devrimcilerin itiraf (!) ve infazları, Stalin, Ukrayna anarşist hareketi ve akıbeti, bu hareketin lideri Makhno, olmazsa olmaz izlekler.
Romanda o kadar uzun bir tarihi dönem anlatılınca, doğal olarak epeyce isimle karşılaşıyoruz: Lenin’den Gramsci’ye – Troçki’den Viktor Serge’ye – Makhno’dan (“eskiden devlet hiç olmasın derdik ama şimdi birazcık olsun istiyoruz” diyen, hedonist) Daniel Cohn Bendit’e – Emma Goldman’dan Kollontay’a - Gorki’den Andre Malraux’ya – D. H. Lawrence’den Bernard Shaw’a kadar bu tarihin çok sayıda önemli şahsiyeti, romandaki portreler galerisinde yer alıyor. Ama bu isimlerin hiçbiri romanı ilginç kılmak için serpiştirilmiş değil, malumatfuruşluk yaptırılmıyor bu şahsiyetlere (“kurgudur, istediğimi söyletirim” kolaycılığına girilmemiş).
Çeviri için de birkaç kelam etmek lazım. Romanın akıcı ve rahat okunuşunda çevirinin de rolü var tabii. 83. sayfadaki “Ağustos 1918’in son aylarında…’’ ifadesindeki sürçme, bu güzel çeviride bir güzellik kusuru olarak gözüme ilişti.
Kaybedenlerin Belleği, Türkiye’de o yoğun tarihi çevirilerle öğrenmeye çalışan birçok kişinin ummanda bir tas su ile yetindiği acı gerçeğini, insanın içini burkarak fark ettiriyor. Yine de 70’lere ve 80’lere kıyasla hem nicel hem nitel olarak çok daha iyi yerlere gelindiğini söylemek gerek.
Son söz olarak: Michel Ragon bu romanı iyi ki yazmış, Ayrıntı Yayınları bu romanı iyi ki yayımlamış. Artık sosyalistlere, anarşistlere, feministlere, ekolojistlere, liberterlere de okumak düşüyor. Okumak, yeniden okumak… Hattâ Türkiye’deki Kaybedenlerin Belleği’ni de… “Sadece” edebiyatseverler de okuyabilir Kaybedenlerin Belleği’ni; kaliteli, sürükleyici, çok katmanlı yapısıyla estetik hazzı en yüksek düzeyde veren bir roman çünkü…