Tayyip Erdoğan on altı Türk devletini temsil eden sakallı bıyıklı adamların arasından ağır adımlarla geçerek merdiveni iniyor ama bu on altının çoğu öylesine bir dekordan ibaret. Bizi ilgilendirenler Müslüman olmuş Türkler. Onların içinde de, Anadolu’da yerleşmiş olanlar, yani Selçuklular ve Osmanlılar. “Ecdadımız” deyince onları anlayacağız.
Bu aslında makul bir şey. “Türkik kökenli” olduğu bilgisi dışında bir Kara Kalpak’la ya da bir Samiyet veya bir Gagavuz’la ortak neyim olduğunu bilmiyorum. Ama belirli bir mekân üzerinde uzun bir zaman yaşamış olmanın getirdiği çok daha somut ortaklıklar var. Tarih ve Köken konusuna çok önem veren Yahya Kemal de biz Anadolu Türklerinin “yaşayan tarih”ini Selçuklulardan 1071’den başlatırdı. Böyle düşünen çok kişi vardı.
Ama bu Atatürk’ün programına uymuyordu. Onun somut ve öncelikli sorunu Osmanlılarla bağı kesmekti. Bunun anlaşılır bir pratik nedeni vardı. Yüzlerce yıl devam etmiş bir düzenin yerine yeni bir rejim kuruyordu. Yeni bir rejimin toplum gözünde bir meşruluğu olması gerekir. O tarihte birçok Osmanlı aydınının gözünde Vahdettin’in bir meşruiyet iddiası kalmamıştı. Ama Osmanlı hanedanı için böyle bir şey düşünmeyen çoktu. Okur-yazar olmayan büyük çoğunluğun gözünde “imparatorluk”, “hanedan”, “padişah” v.b. çağını doldurmuş kavramlar değildi. Aydınların gözünde ise Hilafet’in devam etmesi önemliydi. Bir cumhuriyet dahi kurulsa, orada Halife için de bir yer bulunmalıydı.
Atatürk’ün planı böyle değildi. Hanedanı kabul etmesine hiçbir imkân yoktu. Hilafete de ancak geçici bir süre tahammül edebilirdi. Dolayısıyla Atatürk bu sürenin dolduğuna karar verince bütün Osmanlı soyuyla birlikte Osmanlı tarihini de sürdü. Birçok yazımda sözünü ettiğim Türk Tarihinin Anahatları adlı kitap bunun en elle tutulur kanıtıdır.
Cumhuriyet ve Hilafet birlikte yürür müydü? Hilafet makamında Sultan Reşad mizacında biri olsa bence yürürdü (yürütme iradesi varsa) ve böyle bir iş bölümü “Türk Batılılaşması”nın sancılarını bir hayli hafifletebilirdi. Ama Halife, Abdülmecid, Sultan Reşad gibi yumuşak huylu biri değildi. Soyunun meşruiyetine inancı tamdı. Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal haberci yollayarak onu Anadolu’ya davet etmiş ama Abdülmecid herhalde bunu fazla riskli bulduğu için gelemeyeceğini bildirmişti. Bir süre sonra oğlu, İnebolu’ya gelmiş, ama o da Mustafa Kemal’in emriyle gerisin geri gönderilmişti. Bunlar Kurtuluş Savaşı’nın ayrıntıları, hemen hemen hiç bilinmeyen olayları arasındadır. Sonuç olarak Abdülmecid, asıl kritik noktada risk almamak yönünde karar vermişti. (Vahdettin’le de araları hiç iyi değildi.)
Atatürk’ün yazdırdığı Anahatlar da Kanuni Süleyman çağına kadar Osmanlılar’ın iyi geldiğini söyler. Çünkü “fütuhat” olmuştur. Bu toplumun ideolojisinde “fütuhat” en büyük değerdir. Bu kitapta “Devleti yükselten hanedan, hükümet ricali, Yeniçeriler, tımar ve zeamet erbabı Kanuni Süleyman devrinden bozulmaya başlamıştı” gibi yargılar okuruz: “İkinci Selim’den sonra hiçbir padişah sefere çıkmamıştır” gibi yargı gene dünyaya askerlikten baktığı gibi doğru da değildir. (2. Mahmud, 2. Osman, 4. Murad, 3.Mustafa sefere çıktılar.)
Erken Cumhuriyet’in bir tür “vatan vazifesi” gibi algılanan “anti-Osmanlı” tutumu şimdi karşıtına dönüşüyor. Osmanlı geçmişini toptan silmek ve Osmanlı tarihine sadece karalama amaçlı bakmak bence doğru değildi. En başta, tarih yazımının olmazsa olmazı olan nesnelliğe aykırıydı. Ancak şimdi yaşamaya başladığımız “Osmanlı restorasyonu” bir “yanlış düzeltme” girişimi değil. Önceki dönemin kötüleme politikasının karşıtı ve ondan dahi temelsiz olabilen bir yüceltme olarak başladı. Herhalde bu özelliği abartarak devam edecek. Sonuç olarak, gene bu toplumun kendi tarihi ile ilişkisi normalleşmeyecek, tarih bilgisi nesnel ve akılcı temellere oturamayacak.