Murat Belge

10 Ekim 2016

Yaygınlaşan popülizm

"Demokrasi" her yerde "demagoji"ye kaymaya başladı, "popülizm" dediğimiz nesne de bu süreçlerle besleniyor, güçleniyor.

Bir süreden, uzunca bir süreden beri, yalnız Türkiye'de olanlar değil, dünyanın çeşitli yerlerinde öne çıkan olaylar, "popülizm" dediğimiz siyasî "üslup" üstüne düşünmeye davet ediyor. Yaz başında, Britanya'da "Brexit" ve şimdi Kolombiya'daki referandum, iki çarpıcı olay. Ben de bir süre önce Birikim'in online sayılarında "popülizm" üstüne bir şeyler karalamaya başladım. Bunlara, yeni olaylar oldukça, devam etmeyi düşünüyorum.

İki "referandum" olayı: Halk oylamasında Britanya, Avrupa Birliği üyesi olmayı reddetti; Kolombiya halkı da FARC'la barış yapmayı reddetti. Bunların ikisi de geri kalan dünyada şaşkınlık yarattı. Beklenmediği için şaşkınlık yarattı; aynı zamanda, hayal kırıklığı da yarattı. Tamam, Britanya "Brexit" deyince sözgelişi Marine Le Pen ile Donald Trump "Bravo!" dediler. Ama bu Marine Le Pen ile Donald Trump neyse ki -henüz diyelim- dünya kamuoyunda çoğunluğu temsil etmiyorlar. Bizim "iyi" dediğimize onların "kötü" demesi (ve bunun karşıtı) bir "sürpriz" değil.

Bu iki ülkede referandum konusu olan olayları izleyenler, bilenler, referandum sonuçlarını beğenmediler. Halkın verdiği oyları ve kararı beğenmediler.

Oysa, işte, "referandum"dan söz ediyoruz. Dünyanın bilinen en "demokratik" prosedürlerinden biri: "Şu konuda ne düşünüyor, ne istiyorsun?" diye gidiyorlar, halkın kendisine soruyorlar. O da cevabını veriyor. Demokrasi bu değilse nedir?

Batı dünyasında "demokrasi" kralların ya da aristokratların -yani birtakım "ayrıcalıklı azınlıklar"ın mutlakiyetçi yönetimlerine karşı, bu yönetimlerle mücadele içinde doğdu ve biçimlendi. Dolayısıyla "çoğunluk iradesi" kendi başına, ne dediğine bakılmaksızın, doğru sayıldı: "Doğru," "ilerici," "iyi" vb.

Şimdi durum böyle mi? Böyle net bir mevzilenme "ak ve kara" diyebileceğimiz bir ayrışma mı söz konusu? Hayır, olay bu kadar basit değil. 

Şu yakın zamandaki iki referandum olayından yola çıkarak bu konuyu tartışıyoruz ama yakın tarihte pek çok olayı bu açıdan bakarak masaya yatırabilir, sorgulayabiliriz. 

Fazla üstünde konuşulmayan bir örnekten konuya gireyim: İsviçre'de kadınların seçimde oy verme hakkı yetmişli yıllara kadar yoktu. Bu hakkın "verildiği" 1971 referandumu öncesinde, çok eski değil, 1959'da gene bir referandum yapılmış, katılanların (tabii yalnız erkekler) oylarının yüzde 67'siyle reddedilmişti. 

Sizce "demokratik" mi, 1959 referandumu?

"Referandum" değil "seçim," ama sonuçta aynı hesaba gelir: 1933'te Almanya'da yapılan ve Nazi Partisi'nin yüzde 30'larda oy aldığı seçim. Yüzde 30'lar çok yüksek bir oran sayılmayabilir ama Hindenburg'un Şansölye'liği Hitler'e vermesine yetti. Gerisi malûm. O seçimin en yüksek oy oranı buydu zaten. 

1939'da Hitler'in yönetimi devam etsin mi, etmesin mi diye bir referandum yapılsa, sonuç ne olurdu acaba? "Etsin" diyenlerin oranı yüzde 90'ın altına inse çok şaşırtıcı olurdu.

Bu "demokrasi için" bir tercih olur muydu?

Bizler, "Britanyalı" ya da "Kolombiyalı" değiliz. Dünyada olan olayları zihnimizde yer etmiş, siyaset felsefesine mal olmuş kavramlarla ve dünya ülkeleri hakkında edindiğimiz bilgilerle düşünüyoruz. Sözgelişi adam "Şunu şunu istediğim için Brexit'e oy verdim" diyor; bu sonuç onun istediklerini getirmeyecek, muhtemelen tam tersini getirecek.

"Barış iyidir" diye bellemişiz. "Müzakere, müsademeden iyidir" diye bir bilgi var zihnimizde. Olgularla pekişmiş. "İnatlaşma"dan değil "uzlaşma"dan olumlu sonuç çıkar, böyle öğrenmişiz, böyle görmüşüz. O zaman Kolombiya halkının referanduma verdiği cevaba ne diyeceğiz? Biz dışarıdan bakanların çoğu bunun Kolombiya halkı için iyi sonuç vermeyeceğini düşünüyoruz. Kolombiya halkının kendisi böyle düşünmüyor.

Yıllardır usanmadan yazarım: Modern dünyada demokratik "yönetim," tabanın "istekleri" ile uzmanların "bilgileri"ni bir araya getirebilme yeteneği üzerinde döner. Bunları yüzde yüz bağdaştırmak mümkün değildir. Yer yer ve zaman zaman, sorunun yapısına göre, düpedüz imkânsız dahi olabilir. Ama her durumda, asgarî hoşnutsuzlukla işleyecek çözümler bulunabilir, bulunmalıdır.

Bu çağda "bilgi" özel bir önem kazandı, bunu hepimiz biliyoruz. "Bilgi Çağı" falan gibi kalıplar havada uçuşuyor. İnsanların bilgiye erişmesini kolaylaştıracak araçlar da icat olundu.

Böylece insanlar "daha bilgili" mi oldu? Hayır, olmadı. Oradan buradan kaptığı, çarpık çurpuk birkaç bilgi kırıntısıyla "daha bilgili" olduğuna inananların sayısı arttı, bu görülüyor. Ama bunlar gerçekte "daha bilgili" değil, sadece "daha küstah" oldular. Bu gibi "modern dünya"ya özgü diyebileceğimiz yöntemler sonucunda "demokrasi" her yerde "demagoji"ye kaymaya başladı. "Popülizm" dediğimiz nesne de bu süreçlerle besleniyor, güçleniyor.

Bilginin, iş bölümünün, uzmanlaşmanın alabildiğine arttığı bu dünyada, siyaset de gitgide kitlelerden uzaklaştı. Hemen hemen her yerde, çok partili parlamenter rejimlerle yaşamaya alışmış ülkelerde, zaman içinde, "siyaset kastları" oluştu. Toplumun siyasî gidişe doğrudan müdahale edilebileceği kanallarda tıkanmalar var. Genel olarak toplumun müdahalesi tıkanırken daha "mafioso" amaçlarla parti politikalarına nüfuz edebilen açıkgözlerin, çıkar gruplarının ve benzerlerinin önü açıldı. Siyaset, kurulu, yerleşik kalıpları ve kanallarıyla, toplumun en seçkin yeteneklerini davet eden kurum olmaktan çıkıyor. Bu da, gene her yerde, kitlelerle siyasetin arasını açan bir konjonktür yaratıyor. Böyle bir konjonktürde, bilinen (ve bıkılan) siyasî partilerin dışında, birtakım "sivri" fikirlerle ortaya çıkan (ve belirli bir avam dili ve mantığı tutturan) "yeni moda popülist" adamlar bir çekim merkezi oluşturabiliyor.

"Brexit" ve "Kolombiya" bu gidişatın daha yeni tezahürleri. Türkiye'de yaşadıklarımız da bu anlattıklarımın çok uzağında değil.