Osmanlı devletinin son dört padişahı, yani V.Murat, II.Abdülhamid, V.Mehmed (Reşad) ve VI.Mehmed (Vahdeddin), Abdülmecid’in oğullarıdır. Bunların içinde en dikkate değer olanı Abdülhamid’dir. 19. yüzyıl şehzadeleri arasında ciddi bir eğitim alan pek yoktur (kızlar bu alanda daha ileridir); Abdülhamid de bu bakımdan bir istisna olmamakla birlikte kişilikli ve zeki bir adam olduğu için kendini daha iyi yetiştirmeyi bilmişti. Saltanatının 33 yılı bulması ve bu süre içinde birçok önemli olay olması da onu kardeşlerinden farklılaştırır. 1909’da tahttan indirildiğinde, görünüşte, ‘’en fazla nefret edilen’’ kişiydi. Ama düşmanı olan cephede, yani İttihatçılar arasında Kuşçubaşı Eşref, Selanik’te onu gözaltında tutmakla görevli Fethi Bey (Okyar) gibi onu yakından tanıyanların anılarında Abdülhamid’in birçok meziyeti anlatılır. Cenazesinde Talât Paşa ağlamıştır v.b. Ona göre çok daha içtenlikli bir İslâmcı olan Mehmed Âkif, Abdülhamit’e şiddetle muhalifti, ama İttihad ve Terakki iktidarını görünce onun rejimini tercih etti.
Toplumun modernleşme sürecinin ortalık yerinde tahta çıkmış bir padişah olarak bu süreci etkiliyor ve bu süreçten etkileniyordu. Genel değerlendirmelerde Batılılaşma hareketini frenleyen bir siyaset uyguladığı kabul olunur. Bu, bir ölçüde doğrudur. Öte yandan, eğitimi yaygınlaştırmış ve çağdaşlaştırmıştır. Kendisini halledecek güçleri de bu eğitim siyasetleriyle kendisinin yetiştirdiği bile söylenebilir.
Gelgelelim, iş Abdülhamid’in değerlendirmesine geldiğinde, bu değerlendirmeyi yapanın durduğu yere göre olumlu ve olumsuz olarak sınıflandırılan tutumların bir karışımı olan Abdülhamid, bu ilginç özelliğiyle ele alınmaz: Ya bir melek ya da bir zebani olarak (Ulu Hakan ya da Kızıl Sultan) anlatılır. Engin Akatlı’nın çalışması dışında Abdülhamid’e bir nesnellik içinde bakan fazla inceleme bilmiyorum.
Yani bir başka türlü söylemek gerekirse, olan Abdülhamid’i anlamayı amaçlayan fazla çalışma yok, ama ‘’olmayan’’ bir Abdülhamid yaratmaya çalışan bir dolu metin var.
Cumhuriyet dönemi Batılılaşmacı kanadın ideolojik hegemonyası altında yürüdüğü için ‘’Kızıl Sultan Abdülhamid’’ anlayışı uzun süre hüküm sürdü ve her türlü kötülük Abdülhamid’den bilindi. Şimdi, malûm, bunun karşıtı geçerli.
Abdülhamid, dünya tarihinde, ‘’toplumsal homojenlik’’ temelinin dinde aranmasından etnisite temelinde aranmasına geçiş döneminde saltanat sürmüştü. Ama zaten gitgide anakronikleşen Osmanlı devletinin varolan yapısında sıvasında dinin daha kullanışlı olacağını düşünmüştü. II.Mahmud, Tanzimat, babası Abdülmecid ve amcası Abdülaziz… Gelinen yer, yola çıkılırken uyanan umutları karşılamıyordu. Avrupa kıtasında yaşayan Boşnaklar, Pomaklar, Torbeşler ve olduğu kadar Türkler eski şanlı imparatorluktan geri kalanı ayakta ve bir arada tutmaya yarayabilirdi. Yaramazsa, başka neyin bu işleri göreceği belli değildi. Doğu ise zaten Müslüman’dı. Araplar, Kürtler, İslâm’ı seçmiş Kafkasyalılar Halife’nin sözünü dinleyecek gibi görünüyordu.
Bir ikinci muhtemel avantaj Abdülhamid’in ‘’düvel-i muazzama’’ içinde kendine en tehlikeli gördüğü Britanya ve Fransa’nın sömürge imparatorluklarında (ve ayrıca hiç güven olmayacak Rus imparatorluğunda) Müslüman halkların varlığıydı. Bu halklar bu imparatorlukları korkutmak için kullanılabilirdi.
Yani, kısacası, Abdülhamid’in ‘’İslâmcı’’ bir siyaset seçmesinin nedeni onun İslâm’a bağlılığı değildi. Tamamen ‘’reel politik’’ ya da ‘’jeo-politik’’, yani sonuç olarak ‘’politik’’ gerekçelerdi.
Tabii padişahın yapabileceklerinin yanısıra yapamayacakları da vardı (devletin perişanlığından, zaaflarından ötürü yapamayacakları ve çağın gidişine aykırı olduğu için yapamayacakları). ‘’Meşrutî Monarşi’’nin ‘’meşrutî’’ kısmını ortadan kaldırmıştı ama bunun güçlü bir ideoloji olarak intelicensiya arasında gitgide güçlenmesini engelleyemiyordu.
Bunlar ve burada sayamadığım benzer koşullardan dolayı, bir melek ya da bir zebani olmayan, erdemleri ve kusurlarıyla ‘’karma’’ bir figür olan Abdülhamid ortaya çıkıyor. Zeki bir pragmatist. Saplantılı bir ‘’ideolog’’ kesinlikle değil. Kendisini kuşatan maddi etkenlerin gerçekçi bir yansıması. Bu etkenlere, koşullara verilen sağduyulu, ama zorunlu olarak anakronik bir cevap.
Dolayısıyla Sultan Hamidci bir siyasî çizgi izlemek gibi (bence epey tuhaf!) bir yol seçen biri de bu ‘’karışım’’a dikkat etmeli ve çıkaracağı bir ders varsa oradan çıkarmalı. Somut herhangi bir gerçeğe dayanmayan, ‘’elçi tokatlayan Ulu Hakan’’ masalıyla varılacak bir yer yok.