AKP iktidarında Türkiye şimdiye kadar hiç görmediğimiz bir şekilde Orta Doğu’ya doğru kaydı. Bunu, olurken hissediyor, görüyorduk. Bir süredir yurt dışından Türkiye’ye baktığımda aynı şeyi çok daha net bir biçimde görebiliyorum. Doksanlı yıllarda Türkiye’nin gelecek perspektifi büyük ölçüde Avrupa Birliği hedefi tarafından kaplanmıştı. Bunu Türkiye için uygun bir gelecek projesi olmadığını düşünenler bile aynı hedefe negatif biçimde kilitlenmişlerdi. Türkiye, bir yandan ayak sürüyordu; daha iyisini yapabileceği durumda dahi yapmıyordu.
Proje muhaliflerinin böyle bir durdurucu ya da yavaşlatıcı etkisi vardı. Ama projeye muhalif olmayanlar çoğunluktaydı ve dolayısıyla proje ağır aksak da olsa yürüyordu.
AKP ile bu durum değişmeye başladı. İktidarın taze olduğu yıllarda AKP AB ile yakınlaşma yolunda “içtenlikli” görünen bir çaba göstermekteydi ve bu tavır o ağır aksak gidişe bir heyecan da katmıştı. Ama yıllar geçtikçe işler tavsadı. Hâlâ yetkili ağızlar “Avrupa Birliği üyeliğinde ısrarlıyız” diyorlar. Ama bu sözler söylendiğinde insanın kulağına boş bir tını geliyor. Söylenmesi—şimdilik—gerektiği için söylenmiş sözler gibi.
Bunun tek bir sebebi var mı? Bir kesimin hazır cevabı bunun da bir “AKP takiyesi” olması. Başından beri inanmıyorlardı ve istemiyorlardı! Pek bu kanıda değilim. Başlangıçta cihet-i askeriyeden kaynaklanan “kapatılma” korkusuyla Avrupa Birliği’nin bu gibi durumlarda bilinen “koruyucu kalkan”a daha fazla ihtiyaç duyulmuş olabilir; ama Sarkozy tipi “Avrupa liderleri”nin yukarıdan ve itici tavırlarının da AB heyecanını törpülediğini düşünüyorum. Bir tür Avrupalının kafasında, içinde Türkiye bulunan bir Avrupa zaten Avrupa olmaktan çıkmıştır. İngilizlerin “Brexit”inde de gördük, “Türk” kelimesini telaffuz etmek bu tür zihinlerde ne gibi tepkiler yaratıyor.
Türkiye’nin Orta Doğu’yla ilişkisi öteden beri pek parlak olmamıştır. Orta Doğu bizim “ortaklık” aradığımız bir yer olmaktan çok uzaklaşmak istediğimiz bir yerdi. İnsan memleketini sırtına alıp başka bir yere gidemiyor. Burada oturacağız, çare yok; ama hayat tarzımız başka türlü olmalı. Bandung’a katılmadık, “müşahit” yolladık. Ama en çarpıcı olay Cezayir’e karşı Fransa ile oy kullanmamızdır ki, Orta Doğu’da bu hâlâ unutulmadı.
Aslında Orta Doğu’da Türkiye hakkındaki kanıyı değiştiren değil, doğrulayan bir davranıştı.
“Türkler modernleşiyoruz diye Batı’nın mutlak güdümüne girdiler; İslam’ı da sattılar.” Genel kanı böyle. Ama bunun gerisinde aşağı yukarı bütün Arap dünyasının Osmanlı egemenliği altında yaşadığı yüzyıllar var. Arapların bu uzun tarihe bakışı bizim buradaki “neo-Osmanlı” ideolojisinin çizip boyadığı parlak resme hiç uymuyor.
Arapların bize olumsuz bakışı bizde de yankısını buluyordu. Batılılaşma/Modernleşme iradesinin getirdiği “medeniyet değiştirme” ve dolayısıyla İslam’ı sekülerleştirme gibi girişimler bir yana, çeşitli Arap ülkelerinin bağımsızlaşmak için yaptıkları da Türkiye’nin onlara bakışında pürüzler yaratıyor. Malum, “arkamızdan vurdular” edebiyat. Vurdular; o kadarını yapabiliyorlardı. ”Bağımsız olma isteği” yalnız Türklerin değil, bütün insanların hakkı.
Onlar da istiyorlardı. Cemal Paşa’nın sıra sıra astığı adamlara bakınca da “Acaba neden istiyorlar?” diye uzun uzun meraklanacak bir durum yoktu.
Neyse, sonuç olarak Orta Doğu tekin bir yer değildi. Çeşitli nedenlerle fazla bulaşmamak gereken bir yerdi. Egemen unsur Araplar dost değildi. Bazılarıyla, “Hatay” davası gibi hâlâ çözülmemiş sorunlar yaşanıyordu v.b.
Bu anlattıklarım AKP’nin genel dünya görüşüne uymuyordu. Burada İslam dininin başat bir rolü var ve Orta Doğu da İslam dininin beşiği. Milyonlarca “din kardeşi”mizin yaşadığı coğrafya burası. Dolayısıyla yıllara yayılmış bütün bir dış politika değişmeliydi (Orta Doğu ile ilgili kısmı). Bu işler “monşerler”in eline bırakılmamalıydı.
Tayyip Erdoğan sanırım ilk önemli adımını Davos’ta, Perez’le tartışmasında attı. Bu yalnız Türkiye’nin Orta Doğu politikasını değil, AKP’nin bütün yaklaşımını değiştirmesinin ilk adımıydı bence. Bununla Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’den öte, İslam dünyasının sevilen bir lideri olmasının önü açılmış gibiydi.
Sahiden öyle miydi?
Bu, kolay bir şey değil.
Nitekim, işin arkası da pek öyle gelmedi. Yeni-Osmanlıcılık bildiğim kadarıyla Ahmet Davutoğlu’nun besleyip büyüttüğü bir “fidan”dı. Tayyip Erdoğan’la Ahmet Davutoğlu’nun şu sıralar aralarının çok parlak olduğunu sanmıyorum ama Erdoğan bu ideolojiyi almış ve bağrına basmış durumda. Bunun “dış politika”ya yönelik olduğu gibi “iç politika”yı da ilzam eden özellikleri var. Erdoğan’ın ve temsil ettiği kesimin “imparatorluk” konusunda fazlaca olumsuz bir değerlendirmeleri olacağını sanmıyorum.
Ama somut hayatta işler böyle yürümüyor. Yeni-Osmanlıcılık teorisyeni Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı sırasında “komşularla sıfır sorun” diye adlandırılan bir politika vardı ve muhtemelen en olumlu sonuçlarını da Suriye bağlamında vermişti. Arap dünyasında belki en sorunlu ilişkimizi Suriye ile yaşarken birden ortalık güllük gülistanlık olmuştu; gidenler, gelenler, bahar havası yaşarken Arap Bahar’ı geldi, bu baharı kovdu.
Bahar’ın yerle bir ettiklerinden biri Kaddafi oldu. Kaddafi Müslüman Ortodoksi’nin sahibi olmak ya da öyle görünmek istediği için sık sık Türkiye’yi (sert bir dille) eleştirirdi. Ama bir yandan da Libya ile çok iş yapardık. Kaddafi yok, Bahar’dan sonra Libya’ya gelen mevsim bir hayli kızgın, ama kargaşalık bitmiyor.
Mısır da Bahar’la sarsılan Arap ülkelerinden biri. Mübarak gibi bir diktatörden kurtulmak herhalde bir başarı sayılmalıdır. Ama Orta Doğu siyasi kültüründe alışılmış bir durumdur: önder değişebilir de rejim değişmez.
Ve tabii Mısır’la ilişkilerimiz de hiç dostane değil. Mısır Arap dünyasında hep etkili olmuş, bu dünyanın liderliğine oynamış bir ülkedir ve Türkiye ile ilişkisi hiçbir zaman çok iyi gitmemiştir, ama sanırım şimdi özellikle kötü bir evreden geçiyoruz.
Irak’ta olanların baharla yazla fazla ilişkisi olmadı. Irak zaten nicedir başı dertte olan bir ülke. Bush’un politikasıyla iyice altı üstüne geldi. Nasıl düzeleceğine dair fikir sahibi kimse bulunduğunu sanmıyorum. Irak’ın derdi başından aşkın ama bizimle onların ilişkileri de ışık saçmıyor.
İran Devrimi bütün dünyada İslam için parlak bir geleceğin kapısını açmış gibi görünmüştü. Aradan geçen bunca yıldan sonra İran kendisi öyle bir geleceğe doğru ilerlemedi. Şu anda da rahat, istikrarlı bir yapısı yok. İran-Türkiye ilişkileri zaman zaman iyi; ama Orta Doğu dünyasında kimlik sorunları hâlâ birinci dereceden belirleyici olduğu için (burada Şii-Sünni ayrımı söz konusu tabii) bunlara güven olmaz.
AKP iktidarı Suudi Arabistan’la Türkiye’deki bütün iktidarlardan daha sıcak bir ilişki kurdu. Genellikle “siyasi İslam” taraftarları Suudi Arabistan politikalarından hazzetmez diye bilirim ama AKP’nin duruşu öyle olmadı. Derken Katar olayı havayı bir ölçüde değiştirdi; ama asıl Kaşıkçı olayı tuz biber ekti. Suudi Arabistan’ın geleceği Kaşıkçı olayının kahramanı Prens’e teslim edilmişse, Türkiye’nin Suudi Arabistan ilişkilerinin de çiçek açmayacağını tahmin edebiliriz.
Yani şöyle üstünkörü bir “tadat”tan sonra, Orta Doğu’ya önem veren AKP iktidarının da, bu bölgede var olan ilişkileri ve Türkiye’nin bu bölgede bulunanlarla ilişkilerini pek fazla değiştirmediğini görüyoruz. Bunun hükümetin “yanlış” politikalarından kaynaklandığını söyleyemem. Şüphesiz, ayrıntılar hakkında çok şey söylenebilir ve dış politikada ayrıntı çok önemlidir. Ama burada iktidarın Esad gibi birine dostluk göstermesini ya da Kaşıkçı olayını geçiştirmesini bekleyemezdik. Orta Doğu’nun kendisinin olan biten her şeyi olumsuza götürmekte üstün bir yeteneği var.
Bu arada İsrail’i unutmayalım. İyiyken kötüye giden ilişkilerin başında İsrail’i sayabiliriz.
Gene aynı şeyi söyleyeceğim. İsrail politikalarına olumlu gözle bakmak ne zamandır mümkün olmaktan çıktı. Ancak bu sorunun tarihi uzantıları son drece karmaşık ve bu eleştiriden yola çıkıp galiz bir “anti-semitizm” noktasına gelmeye hazır çok kişi var. Buna dikkat etmek çok önemli.