21. yüzyılın ilk iki on yılını “popülizm” dediğimiz siyasi üslup belirledi. Belirlemeye daha epey bir süre devam edeceği de anlaşılıyor. Ben de şimdiye kadar bir hayli kalem oynatmışlardan biriyim. Belirli bir konu hakkında sıkça yazınca insan ister istemez kendini tekrarlamaya başlıyor. Ne yapalım, çaresi yok.
Popülizm siyaseti, toplumun bir kesimini “toplumun asıl sahibi” ilân etmekle başlar, demiştik. İddiaya göre, bu kesim “asıl sahip”tir ama birtakım nedenlerle hakları gasp edilmiştir, “sahip”liği tanınmamıştır, mazlum ve mağdurdur. Bu anlattığım gerçekliğin tam bir fotoğrafı olmayabilir; işin içinde yüksek dozda abartma olma ihtimali fazladır, ama önemli olan bu söylemin hitap ettiği o toplumsal kesimin bu dinlediklerine inanmasıdır. İnanması için de, söylemin tamamı olmasa da en azından bir kısmının doğru olduğunu düşünebiliriz.
Bu da aslında çok zor bir şey değil, çünkü sonuçta bütün insanlık, tarih boyunca, hiyerarşik yapılar içinde yaşamış; her yerde “avam ve havas” olmuş. Yani dolayısıyla birileri birilerinin sırtından geçinmiş, onları “mağdur” etmiş. Bundan önceki son yazımda söylediğim gibi, herkesin tarihi bu kategorilere giren yoksunluklar, haksızlıklar, travmalarla dolu. Çekilen sıkıntıların toplumdan topluma değişen yanları olduğu gibi, ortak yanları da var.
“Ortak” yanlardan biri, en önemlisi, bir zamanlar “Batılılaşma” şimdi daha çok “modernleşme” dediğimiz karmaşık ve son derece yaygın olgu ya da süreç. Birkaç kelimeyle genelleyerek söylemeye çalışayım: Dünyayı en derinden etkileyen ayraç, en belirleyici “eşitsizleştirme etkeni” Batı dünyasında ortaya çıkan Sanayi Devrimi oldu. Geri kalan dünya, bununla olağanüstü güçlenen Batı karşısında aynı şeyi yaparak başa çıkma yolunu seçti. Bu, belirli gelenekler görenekler içinde yaşayan insanları zora sokan, anlam ve değer dünyalarını altüst eden bir olay oldu. Bu noktada bir Rus’la bir Türk, bir İranlıyla bir Mısırlı birbirinden çok farklı yerlerde durmaz.
İlk itki her yerde “yukarı”dan gelmiştir. Her yerde insanlar iyi tanımadıkları, bilmedikleri bir şeyi olma gereğiyle yüz yüze gelmiştir v.b. Ama tabii her toplum bununla kendi tarihi, kendi yapısı çerçevesinde boğuşmak durumunda kalmıştır.
“Tanzimat” bizim tarihimizde bu olayın başlangıcının adı, ama aslında 19. değil, 18. yüzyılın başından beri böyle bir travmanın gelip gündemin birinci sırasına oturduğu da söylenebilir. Osmanlı toplumu Batı ile burun buruna olduğu için sarsıntının hissedilmesi de burada daha erkendir.
“Osmanlı Batılılaşması” çok parlak yürümez. Sanayi Devrimi öncesi dünyanın güçlü Osmanlı İmparatorluğu nedenini anlayamadığı koşullar yüzünden tökezlemekte, sendelemektedir. “Batılılaşma” anahtarıyla varılmak istenen yere bir türlü varılamazken, yıkımı getiren koşullar çalışmaya devam etmektedir. Sanayi Devrimi öncesi dünyanın büyük (ve kocamış) imparatorlukları Birinci Dünya Savaşı’nı atlatamaz, geçiştiremez. Bu yeni dünyada Osmanlı İmparatorluğu yok, büyük zorluklara göğüs gererek kurulmuş, Türkiye Cumhuriyeti vardır. Cumhuriyet’in yaşanmış tarihle ilgili oldukça kesin bir yargısı, Osmanlıların “Batılılaşma” programını gerekli ve yeterli özenle, hızla, kararlılıkla gerçekleştirmediği yolundadır. Yani “daha hızlı, daha radikal bir Batılılaşma!”
Ancak bu hızlanma da derde deva olmaz. O da kendi çelişkilerini üretir, kendi travmalarını yaratır.
En önemli sorun, başından beri, toplumun, önüne bir yükümlülük olarak konulan bu Batılılaşmanın öznesi değil, nesnesi olmasıdır.
Bugün de bu sorunsal içindeyiz, ama önemli değişimlerle birlikte, Cumhuriyet düzeninin yapısal özellikleri, kendisine muhalefet edeceklerin nasıl muhalefet ettiğini de biçimlendirdi.
Demokrat Parti, 1950’de “Yeter! Söz milletin!” diyerek seçim kazandı. Bugünün popülist iktidarı da aslında bu slogan kapsamında duruyor, ama dünyada ve Türkiye’de değişen birçok şey var. Bunlardan da etkilenerek “Söz milletin” diyor.
Toplumun “gadre uğramış” ama “asıl sahibi” olan kesime hitap etmek ve onun desteğiyle iktidarda olmak gibi temel popülist özelliklerde değişen bir şey yok. Ama “yeter” denilen, şimdiye kadar “mağduriyet yarattığı” varsayılan kesimlere karşı düşmanlık ve “intikam duygusu” üretmekte büyük bir çalışkanlık görülüyor. –Bu aslında tek taraflı bir şey değil ama hikâyenin bu kısmını başka yazıya bırakalım.-
Yukarıda, egemen yapının, kendisine muhalefet edenleri de “kendi suretinde” biçimlendirdiğini söylemiştim. Şu dönemde bu durumu da çarpıcı bir şekilde gözlemlemekteyiz. Bugünkü iktidar da, kendi zihninde oluşturduğu “Türkiye toplumu”nu gerçekleştirme çabası içinde. Bu da, son analizde,” toplum mühendisliği” denilen iştir. Yüz, iki yüz yıldır sürmüş bir “mühendislik” çabasının sonuçlarını gördük. Bu yeni girişimin de varacağı yer farklı olmayacaktır.
“İnşaat mühendisi”, “maden mühendisi” tamam. Ama “toplum mühendisi”nin âlemi yok.