Bugünlerde yazılacak tek bir konu var: Gezi davası ve oraya "sanık" sıfatıyla getirdiklerine, başta Osman Kavala, biçilen "ceza". Yazılacak tek konu bu ama bu konuyu yazmak hiç de içimden gelmiyor. Aslında her türlü "yazma" eylemini bırakmak, kapıları, pencereleri kapatmak, dünyayla ilişiği kesmek geliyor içimden. Konuşmamak, mümkünse düşünmemek geliyor. Bu küskünleşme ile birlikte onunla eşit derecede anlamsız, yararsız karşıtı da gelmiyor değil: bir şeyleri vurup kırıp parçalamak...
Ve yazmaksa, ne yazılacak, ne yazılabilir? Bu dava boyunca hukukun çiğnendiği mi? Bunu bilmeyen kaldı mı ki yazılsın? "Dava şöyle şöyle yürüdü, şunlar yapıldı, bu hukuka aykırıdır" mı denecek? Bu aslında yalnız Türkiye'de değil, bütün dünyada, hukuk fakültelerinde, "Hukuk nasıl çiğnenir? Hukuku çiğnemenin yolları" başlığıyla tanınan ve okutulan bir ders olmayı hak eden bir süreçti.
Öyle tasarlanmış gibi: böylesine sakar, bu derece mantıktan yoksun, iler tutar yanı olmayan bir süreci nasıl yaratabildiler? Adeta, her adımlarında, "Şu da eksik kalmasın" diyerek her türlü usulsüzlüğü eklediler. Bunları bir daha anlatmanın bir anlamı kalmadı, çünkü zaten anlatıldı. Zaten anlaşılması çok zor bir konu değil.
Ama anlaşılması zor kısımları var. Olayın kendisi izlenebilir bir şey olduğu için ne oldu, ne bitti, bu olup bitenler ne bakımlardan hukuk dışı, buralarını görüyor ve anlıyoruz. Ama böylesine gözü kara, böylesine "dediğim dedik" bir kin nereden geliyor, bunu anlaması zor.
Olayın "baş kahramanı" bir "tek adam". Şimdi, bütün dünyada "tek adam rejimleri" oluyor, olabiliyor; dolayısıyla genel, ortak özellikleri var. Ama adı üstünde, "tek" adama özgü. Dolayısıyla o "tek adam"ın huyuna suyuna uygun, yalnız ona özgü kalıplar da çıkabiliyor ortaya. Niçin bu "tek" adam, Osman Kavala'ya böyle düşman?
"Tek adam" sürekli konuşuyor, sözgelişi, "İsteyenin hemen iş bulabildiği bir ülkede yaşıyorsunuz" diyor insanlara. Ya da, "Bunlar camide içki içtiler, fotoğraflarını da hemen vereceğiz" diyor; yığınla aslı astarı çıkmayan, çünkü olmayan söz. Söz konusu davanın "ceza"larının açıklandığı gün adaletin bir toplum için ne kadar gerekli olduğunu anlatıyor.
Siyaset adamları yalan söylerler. Büsbütün bilinmedik bir şey değil. Ama ben Tayyip Erdoğan'ın bildik anlamda "yalan" söyleyen bir siyaset adamı olduğu kanısında değilim. Tayyip Erdoğan'ın "selektif" bir "inanma" yetisi var. "Selektif", çünkü inanmak istediğine inanıyor, istemediğine de inanmıyor. Örneğin neyin "sebep", neyin "sonuç" olduğunu anlaması için en azından başına taş yağması gerek. Ama birileri gelip "camide içki içtiler" deyince hemen inanıyor. Çünkü çok öncelerden değerlerin belirlendiği, olayların yorumlandığı bir zihni çerçeve içinde yaşıyor. Oradan bakıyor. Karşısına çıkan olayların da onun "Bu zaten böyledir" diye bellediği şeyleri doğrulamasını bekliyor. Bu dünyada "sürpriz" de var şüphesiz. "Sürpriz" onun karşısına "komplo" olarak çıkıyor. Geldiği kültür bütün bir siyasi tarihi bir dizi komplo olarak yorumlamasına çok yatkın.
Örneğin Gezi direnişinde de bu işleri planlayan bir merkez olduğuna kesinlikle inanması bu dediğim durumun bir örneği. Bir toplumun, böyle bir merkez olmaksızın, bu derece yaygın bir protestoda bulunabileceğine inanamıyor -tabii ayrıca inanmak istemiyor da. O halde bu merkez bulunmalı!
İnsan kimliği nedir, var mıdır onu belirleyen bir "öz", yoksa karakter dediğimiz şey koşullara göre değişken, kılıktan kılığa girebilen bir şey midir? Bu, son zamanlarda birçok ciddi bilim adamının önemle tartıştığı bir konu haline geldi. Bugünkü bilgilerimizle bu sorunun içinden ancak bazı varsayımlarla çıkma girişiminde bulunabiliriz; benim de buna niyetim yok. Ama Tayyip Erdoğan'ın şaşırtıcı değişimler geçirmiş bir siyaset adamı olduğu herhalde genel kabul görecek bir önermedir. 2002'de mi "aslına" daha yakındı, yoksa şimdi mi? Bilemem (bence şimdi kendini buldu ama bu da bir spekülasyon). Ama hikâyenin nasıl evrildiğine dair benim de bir hikâyem var. Bence hikaye Davos'ta başlıyor. Ünlü "Van minüt" sahnesiyle.
Onun Peres'e karşı bu çıkışı, Müslüman dünyasında hemen duyulacak ve tutulacaktı. Bu belliydi. Ama beklenenin üstünde bir popülarite getirdi. Öyle sanıyorum ve yorumluyorum ki bu Erdoğan'ın (onun yapısında bir adamın) kendisini Müslüman dünyanın nicedir beklemekte olduğu adam olup olmadığını düşünmeye yöneltti. Türkiye'de siyasete girerken böyle bir "mertebe"ye ulaşacağını herhalde düşünmemişti. Düşünmese de, Peres olayından sonra bunu ciddiye almaya başladığı kanısındayım.
Bu, tabii ki sevindirici, ama aynı zamanda risklere açık bir konumdu. Tayyip Erdoğan'ın bildiği, tanıdığı dünya dar-ül harb'ın egemen olduğu dünya: bir tarafta bizimkiler, Müslümanlar, öbür tarafta küffar, yani geri kalan dünya. Bu dünyada İsrail'in ve Yahudiler'in nasıl bir yer tuttuğu da besbelli. Bu bakımdan "Van minüt" şimdi iyi gidiyor ama küffarın da Erdoğan'ın önderlik sıfatlarını fark edip ondan kurtulma planları yapmaya başlaması son derece muhtemeldir. Böyle bir girişimde bulunacaklarsa, Türkiye içinde kendilerine müttefikler bulmakta zorluk çekmeyecekleri, Erdoğan'ın dünyasında bir veri. Amerika düşmanımızdır. Uzun vadede en büyük düşmanımızdır. Bunu bugün de her fırsatta bağıra çağıra ilan ediyorlar. Tabii bunu söyleyince "Ben solcuyum" diyen birçok kişi de (AKP'den nefret etse dahi) buna katılıyor.
Gezi protestosu ve direnişi Tek Adam'ın zihninde bu sorunlarla halleştiği bir dönemde patlak verdi. Tek Adam dediğin, böyle bir durum karşısında "Ben ne yaptım da böyle oldu?" diye sormaz. "Tek Adam" kategorisinde bunun yeri yoktur. "Kim bana bu numarayı çeviriyor?" Onun soracağı soru budur. Bunu sorunca da cevap zaten apaçık ortadadır. Bu kadar bin adam, yok ağaç sökülüyor, yok kışla yapılıyor diye kalkıp yollara düşecek değil. Bunu bir planlayan var, bir finanse eden var (eylemi yapan Amerika Birleşik Devletleri ise Osman Kavala gibi mali sıkıntı içinde birini niçin "finansör" yapma gereğini duyuyorlar?), bir uygulayan var. Başka türlü olamaz.
Bu da Tayyip Erdoğan'ın "tevazu" gösterdiği kerte diyelim. Bu kadar farklı bunca adamı tek başına, oluşturmak istediği ülke hakkında birkaç ipucu vererek sokağa döktüğünü düşünmüyor.
Derken Fethullah hareketinin militanlarıyla "papaz olma" aşaması geldi. E, zat-ı muhterem zaten Amerika'da. Amerika bir dürter, bunlar hepsi olur. Yoksa Tayyip Erdoğan "Bunlar artık çok oldu" deyip etkilerini kırmak üzere plan yaptığı ve onlar da bunu kavrayıp tedbir aldığı için olmaz bunlar.
Bunları düşünen, planlayanlar ve bu planlar doğrultusunda hareket edenler... Bunlar "Tek Adam"ın can düşmanları. "Tek Adam"ın da böyle planlara karşı nasıl davranılacağına dair planları var.
Bu dava seyrinde bunları gördük. Türkiye demokrasi tarihinin Sisyphos taşı gene aşağıda, başladığı yerde -ya da muhtemelen onun da epey aşağısında. Çünkü şimdiki çukur daha derin.