Murat Belge

27 Eylül 2018

Popülizm neyi yenmiş oldu?

Türkiye’de demokrasi bir zamanlar sahip olduğumuz ama birtakım tuhaf nedenlerle elimizden kaçırdığımız bir şey değil

“Olgu” önce gelir; bir süre sonu adı konur. “Ne kadar süre” sonra? Bu sanırım her durumda değişir. Sosyo-politik hayatta bir şeyin başlar başlamaz farkına varmak kolay değil, belki hattâ mümkün de değildir. Çünkü hayatta her şeyin bir “evveliyatı” vardır.

Bir süredir “adı kondu”: Popülizm! Ne zaman ve nasıl başlamıştı: Ellilerde Arjantin’de, Peron’la mı; yoksa 14. yüzyılda Roma’da Cola Di Rienzo ile mi? Bunun cevabı popülizmi nasıl tanımladığımıza bağlı. Modern bir olgu olduğunu vurgulamaktan yanaysanız, ikinci ihtimali kabul etmezsiniz. “Zaman”dan görece bağımsız, bir siyaset yapma tarzı olarak görüyorsanız, Cola bir öncü sayılabilir.

Neyse, işin bu kısmı bir akademik merak konusu. Her halükârda “popülizm gelmiş cihane!”

Bu konuya kafa yorma eğiliminde biri olarak iki nokta üstünde durmak istiyorum. Birincisi, Türkçede “Her gördüğün sakallıyı baban sanma” deyiminin içerdiği “bilgelik.” Trump diyor ki, dünyayı daha iyiye götüren ve götürecek yapı, büyük şirketlerdir. Onların önünü açmak gerekir ( örneğin, vergilerini azaltarak v.b.) Maduro diyor ki dünyayı kötüye mahkûm eden yapı, kapitalizmin kurduğu büyük şirketlerdir. İnsanlığın önünü açmak için onları hizaya getirmek gerekir.

Şimdi, bunların ikisi de “popülist” mi?

İlk ağızda “Evet, ikisi de popülist” demek zor görünüyor. Peki, hangisini söyleyince “popülist” olunuyor?

Bence ölçüt arada değil. Popülizmi tanımlayan başlıca ölçüt, kapitalist koporasyonlara karşı alınan tavır değil. Menderes elbette popülistti. Ve kapitalizmi bir “laissez-faire” anlayışıyla geliştirmekten yanaydı. Ama belirli koşullarda “Milli Koruma Kanunu” çıkaran ya da “Et-Balık Kurumu” kuran da oydu. Yani, farklı ülkeler bir yana, aynı popülist önderin  uygulamaları da birbirinin karşıtı olabiliyor.

Değişmeyen, yönetici seçkinlere karşı benimsenen tavır. Bu seçkinler, popülist önder kopup gelinceye kadar, memleketin asıl sahipleri olan kitlelerin haklarını gasp etmişler ve onları sömürmüşler. Bu yaptıklarını örtmek ve göz boyamak üzere de olayların üstüne “liberal” adı verilen süslü bir örtü geçirmişler.  Şimdi, kitlelerin “kurtarıcısı”, o örtüyü yırtıp atıyor ve halkın gasp edilmiş haklarını geri veriyor.

 Yönetici seçkinler yaptıkları bu kötülükleri korporasyonlar yoluyla ya da devletçilik yoluyla yapmış olabilirler. Onun için, tanımlayıcı özellik, korporasyonlara karşı alınan tavır da değildir.

Bu sonuca varmış olmakla yukarıda söylediğim sözün karşıt ucuna gelmiş gibi oldum:  Yani, “o da popülist, bu da popülist olabilir” dedim. “Her gördüğün sakallıya ‘baba’ diyebilirsin” dedim. Hatta belki sınırı daha da geniş tuttum, “sakalsız biri de baban olabilir” dedim. Sonuç olarak, “Bir tek sakala bakıp hüküm verme” demiş oldum.

Herkesin somut tarihi farklı. Herkesin popülizmi de farklı tarihlerin belirleyici olguları arasında biçimleniyor. Dolayısıyla, popülizm, “üniforma” gibi bir şey değil; popülizmle mücadelenin de tek bir yolu, yöntemi yok, demek istiyorum.

Vurgulamak istediğim ikinci nokta demokrasiyle ilgili. Demokrasi “her derde deva” bir rejim değildir. Hattâ “kötü bir rejim” olduğunu da söyleyebilirsiniz. Doğrudur bunlar. Yalnız, bir olgu daha var. Bugüne kadar dünyada göregeldiğimiz bütün rejimler demokrasiden daha kötü.

Ayrıca, “temsili” demokrasi ya da “liberal” demokrasi, bugün çeşitli popülist önderlerin yumruk çalıştığı kum torbaları haline geldiyse, bu noktaya varmakta o önderlerden çok “demokratik” rejimi buraya getirenlerin sorumluluğu var. Amerikan halkını Trump gibi birine oy verdikleri için ayıplayalım, buna bir diyeceğim yok. Ama bunu yaparken Hilary Clinton’ların yıllardır çizdiği portrenin de bu davranışta bir payı olup olmadığını hiç düşünmeyelim mi? Bu soru Türkiye gibi bir örnekte iyice geçerli oluyor. Burada bugünkü popülizmin “liberal demokrasiyi” alt ettiğini de söylemek mümkün değil, çünkü “demokrasi” kelimesiyle anlattığımız ucube tarih boyunca ne “demokratik” oldu ne de “liberal.”

Herkesin tarihi farklı deyip duruyorum. Bu farklı tarihlerde demokrasinin her aynı örnekte uğradığı tahribatın derecesi de değişir. Ama sonuç olarak bunların hiçbirinde demokrasi “kaybedilmiş cennet” değildi. Hepsinde eli kolu sargılı bir durumdaydı ve bu zedelenmelere yol açanlar da, evet, popülist önderlerin iddia ettiği gibi, o rejimlerin seçkinleriydi.

Türkiye’de demokrasi bir zamanlar sahip olduğumuz ama birtakım tuhaf nedenlerle elimizden kaçırdığımız bir şey değil, bundan böyle uğraşarak ve didinerek kurmamız gereken bir şey.