Oldukça uzun bir süredir karşılaşmamıştık Mümtaz Soysal’la, çünkü hastaydı. Sormuş ve hasta olduğu cevabını almıştım. "Alzheimer" olduğunu söylediler. Beter bir hastalık zaten, ama Mümtaz gibi birinin buna yakalanması iyice ironik. Onunki gibi çalışan bir zihin ve bu hastalık, ikisi bir arada olmayacak şeyler gibi görünüyor ama oluyor işte. Mümtaz’ın geçirdiği Alzheimer’ın epeyce ağır olduğunu da söylemişlerdi.
12 Mart döneminde 1972-74 arasında hapisteydim. Mümtaz da o sırada bir giriyor, bir çıkıyordu. Sanki Sevgi ile bir arada bulunmamaları için tedbir alınmıştı. 1973 sonunda seçim yapıldı ve Ecevit’in CHP’si, darbeye en uzak durmuş parti olarak, en çok oyu alan parti oldu. En fazla oyu alsa da tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde edememişti. Bir süre sonra Milli Selamet Partisi (MSP) ile koalisyon hükümeti kurabildi. Mümtaz Soysal bunu memnuniyetle karşılamıştı. Bu koalisyonun bir "tarihi yanılgı"yı düzeltme potansiyeline sahip olduğunu düşünüyordu, yazmıştı da. Ama işler öyle yürümedi. Demirel’in MSP muhafazakarları üstünden çalışarak koalisyonu bozma politikası sonuç verdi; MSP milletvekillerinin yarısı af için oy kullanmadı. Derken Kıbrıs Harekâtı olunca Ecevit tek başına iktidar olabileceğini düşünerek koalisyonu bozdu. Bunun sonucu ise onun umduğu seçim değil, Milliyetçi Cephe hükümeti oldu. "Tarihi yanılgı" eskisinden beter bir biçimde yerinde kaldı.
12 Mart yıllarını söylediğim gibi eziyet altında geçiren Mümtaz bu dönemde iki karşıt dinamik arasında kaldı: Uluslararası Af Örgütü’ne (Amnesty International) başkan seçildi. Aynı zamanda Kıbrıs’ta Rauf Denktaş’ın danışmanıydı. Bu ikinci sıfatı onu durmadan "milliyetçi" bir konuma çekti. O yıllarda böyle "Üçüncü Dünyacı" bir duruş solda yadırganacak bir tavır değildi. Kaldı ki Mümtaz "Amnesty"ye sağdan insanları da çekmek istiyor, böyle davranmakla bazı "Ortodoks" solcuları da kızdırıyordu. Ancak Amnesty zamanı da fazla sürmedi. Mümtaz Batı’nın Kıbrıs’ta Türkler’in sorunlarını dinlememekte direnen tavrına da (bu tavır bu örgütte de hissediliyordu) sinirlenerek oradan uzaklaştı.
Hapisten çıktığımda henüz adını koymadığımız "Birikim"i yayımlamaya kararlıydım. Bunun için ilişki kurmak istediğim kişilerin başında Mümtaz geliyordu. Böyle tanıştık ve iyi bir ilişkimiz oldu ama bu "iyi" ilişki Mümtaz’ı bir "Birikim yazarı" yapmadı. Dediğim gibi, siyasi olaylar Mümtaz’ı "Baasçı" denebilecek bir yöne çekiyordu. O "yön"ün öteden beri yolcusu olan "Yön" dergisine yazmakla birlikte Doğan Avcıoğlu’nun siyasi strateji anlayışına katılmayan Mümtaz Soysal "izolasyonist" denebilecek bir siyasi çizgiye gitgide daha yakın durmaya başlamıştı. Ama bir yandan CHP’nin "Sosyalist Enternasyonal" üyeliğine Alman değil de Fransız sosyal-demokratları kanalıyla girmesi için (daha "sağlam solcu" olduklarını düşünerek) çaba göstermekten geri durmuyordu.
Sevgi’nin kahredici ölümünden sonra Mümtaz’ı seyrek görür oldum, çünkü görüşlerimizin ayrıştığı belliydi. Ama "aramız açıldı" diyecek bir durum yoktu. 12 Eylül’de "Bir ‘Samizdat’ kurmak gerekecek mi?" diye onunla konuştuğumu hatırlıyorum. Sonrasında Helsinki Citizens’ Assembly kuruluşuna da onu çağırmıştım. Tabii gelmedi ama "Gelmem" demedi; nezaketle atlatarak yakasını benden kurtardı.
Yaşı benden bayağı büyüktü ama senli benli konuşurduk. "Yaş" konusunu açıyorum çünkü hatırladığım görüş ayrılığında bunun payı olduğuna inanıyorum. Mümtaz 29 doğumlu. Onun yetiştiği yıllarda izolasyonist olmak çok daha anlaşılır bir şeydi. Yani, demek istediğim, farklı dönemlerin farklı formasyonlarını almış insanlar olarak, aynı dünyaya baktığımız halde aslında aynı dünyaya bakmıyorduk. Onun için, farklı şeyler görmemiz de normaldi.
"Farklı" şeyler görüyor olsak da, Mümtaz’ın bilgisine, ama ondan da önce bilgisini sindirmişliğine, olgunluğuna saygı duymamak mümkün değildir. "Saygı" duymak, bazen, saygı duyduğumuz kişiyi bizden uzaklaştırır. Mümtaz durumunda böyle bir şey söz konusu değildi. Sayılası olduğu kadar sevilesi bir insandı Mümtaz. Ölümü tabii üzdü, ama ondan önce Alzheimer illeti zaten kahretmişti.
* * *
Kasvetli günler yaşıyoruz gene. Mümtaz’ın ölümüne üzülürken Ahmet Altan rezaleti çıkıyor. Ahmet bağlamında üzülmemiz gereken şey herhalde "hukukun ölümü"dür. Yoksa Ahmet pek oralı değil, güle oynaya çıkıyor, güle oynaya giriyor. İçimizde en keyfi yerinde görünen o.
Ama Ahmet’in ve Nazlı Ilıcak’ın serbest kalması üstüne öfke saçan "solcu" erkanın da keyfi yerine gelmiş olmalı.