Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda ordu en önemli kurumdu. İkinci önemli kurumun da yargı olduğunu söyleyebiliriz. Polis elbette, her yerde olduğu gibi önemliydi ama, bu ikisinin talimatlarını yerine getiren fiziksel güç olarak önemliydi. Sistemin "kas" yapısı olarak düşünebilirsiniz: Beyin, kalp, karaciğer gibi değil.
Bunları bir araya getirdiğimizde (asker-polis ve adli mekanizma), Althusser'in yaptığı ayrımla, "devletin baskı aygıtları"nı tanımlamış (tadat etmiş) oluyoruz. Son analizde "şiddet" temelinde kurulmuş güçler bunlar. Max Weber'in tanımıyla toplumun "silâh kullanma" tekeline sahip kurumu olan devletin, bu silâhların fiilî sahibi olan güçleri. Türkiye Cumhuriyeti'nde düzen, öncelikle bu güçler üzerinde durdu.
Bir de, Althusser'in, "devletin ideolojik aygıtları" diye tanımladığı alan ve kurumlar var. Burada "devlet" kavramını kullanmanın ne kadar geçerli olduğu tartışılır. Ağırlıkla düşünce, ideoloji dünyasıdır burada kastedilen. Şüphesiz "eğitim," bu dünyanın bir parçası, önemli bir parçasıdır ve "eğitim sistemi ve örgütlenmesi" ile devlet burada bir rol oynar. ama ideolojiyi bütünüyle devletten üreyen bir şey olarak görmek bir abartma olabilir. Althusser örneğin "aile"yi de bir "ideolojik devlet aygıtı" olarak görüyor ki bu bana şüpheli görünüyor.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda, devlet, bu ikinci alanda zayıftı. Yani devlet toplumun tamamında, ideoloji üstünde bir denetim kuramamıştı.
Bunun başlıca nedenini şöyle açıklayabiliriz: Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı enkazı üstünde kuruldu. Daha ilk adımında bir "dönüşüm programı"ydı; batılı bir toplum olmak üzere bir cumhuriyet. Bu eğitimi almamış, bunun gerekli olduğuna ikna olmamış, hattâ çeşitli kesimleriyle böyle bir projeye muhalif bir toplum ve bir ideolojik yapı üzerinde kuruluyordu. Kısa zamanda yeni cumhuriyetin ilke ve amaçlarını topluma duyuracak ve toplumu ikna edecek maddî araçlardan, imkânlardan yoksundu. Öte yandan, burada sayamayacağımız nedenlerle "proje"ye muhalif olanların da eli armut devşirmiyordu. İslâmî değerlere oturan geleneksel ideolojik dünyanın (bu dinin yanısıra ahlâkı ve her türlü gündelik davranışı yönlendiren dünya görüşünü de biçimlendiren kocaman bir sistem) bu dönüşüm programına karşı bir direnç göstermesi doğaldı.
Ancak, devleti kuran güç kendi ideolojisinde kararlı ve bunu topluma benimsetmekte ısrarlıydı. Bunun için kurduğu kurumlar (örneğin, Halkevleri) istendiği kadar etkili olamadı. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin aynı coğrafya üstünde yaşayan iki farklı millet olma görüntüsü bir türlü değişmedi.
Yazıya, belli başlı kurumları sayarak başladım. Bugün asıl konum, bu kurumların "yeniden-üretim mekanizmaları." Toplumsal kurumlar da, canlı organizmaları andıran bir biçimde, kendilerini yeniden üretmek zorundadır. bu, loncalardan, "usta-çırak" ilişkisinden beri bildiğimiz bir şey. Çağdan çağa biçimler değişiyor ama temel değişmiyor: Yapılan işin mahiyeti, amaçları ve bunu yapmanın yöntemleri ocak içinde kuşaktan kuşağa aktarılıyor, öğretiliyor. Bir nedenle öğrenemeyenler eleniyor. Öğrenenlerle ocak devam ediyor.
Bir aşamada Türkiye'de bu anlattığım misyona daha uygun bir biçim olan "tek-parti rejimi"nden çok-partili seçime dayalı bir parlamentarizme geçiş, bu gibi konularda karşılıklara yol açtı. bir misyonla kurulmuş devletin kurucu kadroları, yukarıda söylediğim gibi, toplumun ideolojisini istedikleri şekilde denetlemeyince, kendi ideolojileri sertleşiyor, katılaşıyor. Bir yandan, siyaset sahnesine, istenen eğitimden geçmemiş, hattâ o eğitime muhalif ögelerin girmesi, (en genel ifadesiyle bütün seçmen yığınını düşünün), devletin kuruluş felsefesini tehdit edebiliyor. Bilanço ortada: 1950'de çok-partiye geçişle iktidar değişiyor; on yıl sonra ilk darbe. "Memleketin sahipleri" seçimin getirdiği sapmayı düzeltiyor. Ve sonra on yılda bir bir darbeyle yolumuza devam ediyoruz.
Bu yeni koşullarda devletin temelini oluşturan baskı aygıtlarının kadrolarını meydana getiren bireylerin devletin temel felsefesine sadakatları daha da fazla önem kazanıyor. Bu da, "kurumların yeniden üretimi" sürecinde ko-optasyon ilkesini güçlendiriyor. Ne demek bu? Kurum, kendini devam ettirecek kadroları, kendi kurum-içi teamül ve değerler, ilkeler çerçevesinde, kendisi seçer. bu bir "seçim"den çok bir "ayıklama" sürecidir.
Bir "kulüp" düşünelim: "Abdülhak Hamid'i Sevenler" kulübü olsun. Bu kulüp üyeleri Abdülhak Hamid'i sevme çerçevesinde etkinlik yapmaya ve bunları iyi yapacağına inandıkları kişileri yönetime seçmeye sittin sene devam edebilirler. Kimsenin uzun boylu itirazı olmaz.
Ama söz konusu olan kurum "Abdülhak Hamid'i Sevenler Kulübü" değil de, söz gelişi, Anayasa Mahkemesi olunca, iş değişir. Çok-partili rejime geçmişiz. Partiler var, farklı parti ideolojileri var. Farklı hedefler var. Anayasa Mahkemesi'nin üyelerinin seçiminde siyasî otoritenin payı olmalı mı, olacaksa ne kadar olmalı?
Türkiye Cumhuriyeti'nin "darbeler tarihi"ni başlatan 27 Mayıs devletin kuruluşu misyonunun bozulmadan devamı için, "jüristokrasi" diyebileceğimiz bir sistem getirmişti. Çok-partili sistem devam edecekse (ki bazı nedenlerle öyle olmak zorunda), denetim altında tutamayacağımız bir seçmen kitlesi var ve kuruluş değerlerimiz her an gürültüye gidebilir. O halde, bu tehlikeye karşı güçlü bir yargı denetimi getirelim. Böylece kuruluş yıllarının güçlü yürütme olması için "kuvvetler ayrılığı"nı kenara iten bir anayasal düzenden, bu anlattığım türden "defansif" bir kuvvetler ayrılığı getiren bir anayasal düzene geçildi.
Bu dönemle birlikte Türkiye'de siyaset çeşitlendi ve hızlandı. Bu da, bozulan rotayı düzeltme mazeretiyle yapılan darbeleri sıklaştırdı vb, vb.
12 Eylül bir dönüm noktasıdır. 12 Eylül her alanda merkezileşmeyi güçlendirme ve her alandaki kararlarda ordunun payını genişletme girişimiydi. Yargı gibi sadakatına güvenilir kurumlarda ko-optasyonu takviye etti; üniversite gibi, denetim sağlamakta güçlük çekilen kurumlarda merkezi siyasî otoriteye daha fazla müdahale imkânı sağlandı ("rektör seçimi" kurumunu düşünün).
12 Eylül'ün restore etmeye çalıştığı düzen, otuzların Türkiye düzeniydi. O yıllarda tek-partinin oynadığı rolü ordu üstlenecek, görünürdeki "çok-parti" rejiminin gerisinde toplumun yönünü o belirleyecekti (Cumhurbaşkanı'na verilen yetkileri de düşünün).
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesine uymayan her türlü ideoloji (öncelikle sosyalist düşünce) kazındı. Kurumlar buna göre yeniden elden geçti ve...
28 Şubat gibi çeyrek darbelerden de sonra 2002'de AKP seçim kazanarak iktidara geldi.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesi kendisinin tepede oturduğu ve alttaki toplumu kendine benzetmeye çalıştığı (ve beceremediği) bir düzen içinde yaşamaya iyiden iyiye alışmıştı. Bu felsefenin "tehlike" olarak, "tehdit" olarak algılandığı şey, aşağıdan gelecek şeydi. Bütün tedbirlerini buna göre almıştı. Gayretlerine rağmen, İslâm kanalını tıkamakta sosyalizm kanalında olduğu gibi başarılı olamamıştı.
Bu "kuruluş ideolojisi"nin kendi sağı ve kendi solu vardı (tabii kendine göre tanımlanan bir "sağ" ve bir "sol"-gerçek anlamda ise "iki sağ"). 2002 ve onu izleyen seçimler bu "kuruluş ideolojisi"nin kendi "sağ" versiyonlarıyla bile artık toplumu kavrayamaz hale geldiğini gösterdi. (AP çizgisinin de, ANAP çizgisinin de geldiği yeri düşünün).
2002'de AKP iktidara gelince, "vesayetçi" dediğimiz "ancien régime"den evrensel bir demokrasiye yol alma imkânını da eline geçirmiş gibi oldu. Ama AKP kendisi (ya da tartışılmaz önderi) bu imkânı kullanmak istemedi. Çünkü o da kendi diktatörlüğünü kurma iradesiyle hareket ediyordu. "Evrensel demokrasi" falan gibi nesnelerle işi yoktu.
AKP de bir "proje" ve "misyon" partisi. TOKİ inşaatlarının ya da kullanılmayan köprü projelerinin yanısıra, yeni ve yerinde deyimle "dindar ve kindar nesiller yetiştirme" misyonu var. Bu aşamada, kendi kadrolarını bir yandan yetiştirmek, bir yandan yerleştirmek derdinde. Henüz yetişmeden yerleştirilmiş kadrolarının sakarlıklarına, cehaletine, kaba sabalığına göz yummaya kararlı. "Bazı saçmalıklar yapabilirler, ama zamanla öğrenirler."
Bu kadrolar yerleştikten sonra (orduda, yargıda, poliste, eğitim aygıtında) kurumların kendilerini yeniden-üretme yöntemlerini yeniden ko-optasyona bırakabilir AKP. Çünkü nasılsa ko-optasyonu güvenilir kadrolar yapacaktır. Ama büsbütün boş bırakmak olmaz, çünkü kimseye çok fazla güvenmeye gelmez. Dolayısıyla, her şeyin tepesinde, her şeyi gören ve her şeye müdahale etme hakkına sahip bir "tek-adam" iktidarını kurumlaştırmak gerekir.
15 Temmuz ne idüğü belirsiz darbe girişimi bu yeniden-yapılanmanın uvertürü olacak temizlik-tasfiye harekâtına büyük bir imkân açtı; son derece elverişli bir zemin yarattı. "Elverişli zemin" derken, bu olayı izleyen OHAL'li baskı, tasfiye ve "istibdat" döneminin yasal dayanakları olduğunu söylemek istemiyorum. Ama zaten epeyce bir süredir yapılan işlerin yasal dayanağı olmayan bir tuhaf evreden geçmekteyiz. Darbe girişimi iktidara, meşruiyeti çiğnemenin meşru olduğu bir yeni evrenin kapısını açtı.
Kral XV. Louis "Benden sonra tufan" ("après moi le déluge") sözüyle tarihe geçmişti. Tayyip Erdoğan, "Tufandan sonra ben" diyor.