T24’te son yazım Atatürk’ün liberal ya da sol bir açıdan eleştirilmesinin meşruluğu üstüneydi. Bu konuya devam edeceğimi de söylemiştim. Peşrevi uzatmadan konuya gireyim.
Milliyetçilik “üniforma” gibi bir şey değil, yani tek-örnek değil, onun da renkleri, nüansları var. Açığı, koyusu var. Atatürk’ün “milliyetçi” olduğunu söylemiştim. Milliyetçiliğin “koyu” olanından.
Hayatının son yıllarını “tarih” konularıyla uğraşarak geçirdi. “Türk Tarih Tezi” diye anılan tuhaf ideolojinin oluşmasında onun oynadığı rol herhangi bir tarihçininkinden çok daha fazladır. Herhalde tarihçiler de aslı faslı olmayan bir fantaziyle uğraştırıldıklarının farkındaydılar ki, Atatürk’ün ölümünden sonra hemen hemen hiçbiri bir zaman elbirliğiyle kardıkları bu “teori”den söz etmediler. Konfüçyüs’ün, Buddha’nın Türk oldukları unutuldu.
Sümerler ve Etiler bazı bankaların adında kaldılar (kaldılar mı?) ve Romalılar’ın “ataları” olan
Etrüskler’in “atalarının” Türk olup olmadığı sorusunu kurcalayanların sayısı iyice azaldı.
Ama Atatürk bunlara inanmamızı söylüyordu. Bugün Tayyip Erdoğan’ın Küba’da yapılmış camiye inanmamızı istediği gibi.
Dünyada bütün medeniyetleri Türkler’in kurduğu ve bütün dillerin kökünde Türkçe’nin olduğu tezi, belki kısmen, bir başka “ırkçı” girişimi iptal etmeyi amaçlıyordu: Türk Dil Devrimi’ni. Öncelikle Arapça ve Farsça kelimeleri tasfiye etmeyi hedefleyen bir “dilsel temizlik” harekatıydı bu. Vaktiyle Almanların ve Macarların da yaptığı, temelinde “ırkçı” bir bakış yatan bir girişimdi bu. Ancak, erken denecek bir aşamada zıvanadan çıkmıştı. 1934’te İzmir Postası’nın “yurttaşlara armağan” olarak parasız verdiği “Öz Dil Sözlüğü”nden rastgele birkaç örnek sunayım, “A” harfinden: Abcı: Kâbus; Abınık: Sakin; Açıvlanmak: Hiddetlenmek; Ağlıgak: Seyyal; Ağşak: Makarna v.b.
Bütün dillerin kökü Türkçe ise şu kelimelerde gördüğümüz “arınma”ya gerek kalmıyordu. Bu,
bir ırkçılığı daha büyük bir ırkçılıkla etkisizleştirme diyebileceğimiz bir politika. Öyle ya da böyle, “ırk” ekseni değişmediği için, o yılların antropolojisi de “brakisefal”, “dorikosefal”, kafatası ölçümleriyle geçmiş, Ermeni değil de Türk olduğunu kanıtlamak için Mimar Sinan’ın mezarı açılıp kafatası ölçülmüştü.
Bunlar eleştiri gerektirir şeyler mi, değil mi? “Eleştiriye gerek yok” diyenler son kertede “Bunlar bugüne kalmadı nasıl olsa. Eski defterleri karıştırmaya gerek yok” diyenlerdir. Ama bugüne kalmadıysa Atatürk’ü izleyenler bunu devam ettirmek istemediği için kalmadı. Ayrıca, nereye kadar “kalmadı” diyebiliriz. En başta, tarihi istediğimiz gibi yeniden yazmakta özgür olduğumuz anlayışı bugün de sürüyor.
Denecektir ki, Atatürk, toplumu Osmanlılık’tan kurtarmak için böyle bir tarih tezine ihtiyaç duyuyordu. Evet, öyleydi. Öte yandan, Kanuni zamanına kadar Osmanlı tarihine pek itirazı yoktu çünkü “fütuhat” devam etmişti. Tavuk ve yumurta misali, fütuhat bittiği için padişahlar yozlaşıyor ya da onlar yozlaştığı için fütuhat bitiyordu. Ama bu arada fütuhata verilen bu olumlu değerle toplumda militarizm de teşvik edilmiş oluyordu.
Bu noktada Atatürk’ün “tarih tezi” ile aslında militarizmi dengelemeye çalıştığı da söylenebilir. Çünkü teoriye göre Türkler Asya’dan çıkan o oklara binerek dünyanın her yerine medeniyet götürmüşlerdi ve bu “medeniyet götürme” özelliği “fethetme” özelliğinin önüne geçiyordu.
Bu, tartışılabilir bir noktadır. Öyle bir amaç içerdiğini ben de düşünüyorum. Ama açık açık “Dünyada iyi olan ne varsa ben yaptım” diyen bir “teori” fethetmenin kendisinden değil, olsa olsa yönteminden vazgeçmiş olabilir. Fethetmenin yüce bir değer olarak kabulü bu toplumda, tartıştığımız bu olayların çok öncesinde toplumsal bilince sinmiş bir şey. Onun için çeşitli nedenlerle Atatürk’ü eleştiren, hatta ona sövüp sayanların da burada farklı bir tavır alacaklarını sanmıyorum.
Bir parantez açayım: Bu teorilerin toplumun içsel tüketimine sunulduğunu eklemek gerekir. Çok daha saldırgan ve yayılmacı bir dış politikanın ideolojik temeli olmaya çok yatkın bu dünya görüşünün böyle hedeflere yönelmesinden sıkı sıkı kaçınılmıştır. Bu da, sonuçta, Atatürk’ün iyi bir siyaset stratejisti olmasının gereğidir. Ama bu yıllarda “mebzul miktarda” “kültürel ırkçılık” yapılmıştır ve sonuçları da hayatımızın bir parçası olmaya devam etmektedir.
Tarih yazımını ya da antropolojiyi, onların dışında karara bağlanmış belirli sonuçlara varması için zorlama pratiği bilimi politikanın emir eri olmaya itelediği için eleştirilmesi de, kınanması da gereken tutumlardır.
“Zorlama” diyorum. Çünkü işin içinde bu da hep var. I. Türk Tarih Kongresi’nde Orta Asya’daki iç denizin kurumasının, bunun kıyılarında ileri bir medeniyet kuran Türkler’in dünyaya dağılmasına yol açtığı, her şeyi başlatan olay olarak anlatılmıştı. Kongreye katılanlardan biri Başkırt kökenli Turancı-tarihçi Zeki Velidi Togan’dı. Togan “Turancı”, ama aynı zamanda tarihçiydi. Orta Asya’da böyle bir denizin varlığını hiç duymadığını söyledi.
Başkanlık eden Reşit Galip Türk milli ideolojisinin olmasını istediği bu denizi inkâr ettiği için Zeki Velidi’nin ağzının payını verdi. Esen hava sonucunda Zeki Velidi Togan Türkiye’yi terk etme gereğini duydu ve İsviçre’ye yerleşti. Atatürk’ün ölümüne kadar da dönmedi.
Onun dışarıda olduğu yıllarda Reşit Galip’le Atatürk’ün arası da açıldı. Reşit Galip “Burası milletin yeri” deme cüretini göstermişti. Sonra tuhaf bir barışma oldu. Reşit Galip yeniden Dolmabahçe Sarayı’na geldi, ama Atatürk nöbetçileri çağırarak onu altı okka ettirdi. Bundan kısa süre sonra Reşit Galip öldü.
Bu noktalara gelince benim Atatürk’ün eleştirilmesi konusunda asıl çıkış noktama gelmiş oluyoruz: Demokrasi. Atatürk Cumhuriyet’i kurdu ama bu demokratik bir cumhuriyet değildi. Bugün birçoğumuz bir “tek adam rejimi” üstüne eleştiri yapıyoruz. Atatürk’ün hayatı boyunca sergilediği siyasi pratik bizi bundan başka bir yere getirmez.
Klasikleşmiş durum: Atatürk’ün demokrat olmadığı söylenince onu savunanlar “o günlerde…” edebiyatına giriyorlar. Toplum demokrasiye hazır değil, kadrolar arasında demokratik bir kültürü benimsemiş, içselleştirmiş kimse yok, üstelik bir “devrim” sürecindeyiz ve devrimler “müşavere” ile yürümez.
Bu tür akıl yürütmeler son analizde “Makyavelizm” dediğimiz düşünce tarzına yanaşırlar.
Atatürk aslında demokrattı, ama o koşullarda bu yöntemleri kullanmak zorundaydı. Yani, amaçlar araçları meşrulaştırır.
Amaçların meşrulaştırıp meşrulaştırmamasına gelmeden önce, araçlar amaçları değiştirir. Basit bir mantık: demokrasiye varmak istiyorsanız demokratik yöntemlerle iş göreceksiniz. Demokratik olmayan araçlar kullanıyorsanız kendinizi demokratik olmayan bir konumda bulursunuz.
Nitekim bulduk. Atatürk’ün ölümünden altmış yıl sonra, Atatürk’ün sahip olduğunun aşağı yukarı karşıtı diyebileceğimiz bir ideoloji iktidarda, genel çizgileriyle baktığımızda ona çok benzer yöntemlerle kendi hegemonyasını kuruyor. Bugün olan ve birçoğumuzun itirazı, eleştirisi, muhalefetiyle karşılaşan hemen hemen her şeyin o günlerde bir karşılığı, bir benzeri var. Bugün mahkemelerin hukuki değil, siyasi karar verdiğini söylüyorsak, İstiklal Mahkemeleri ne yapıyordu? Cavit Bey’i idama mahkûm eden mahkeme hangi hukuka hizmet ediyordu?
Serbest Fırka’nın kurulması, sonra da kapatılması başlangıçta, rejimde demokrasinin yetersiz olduğunun anlaşıldığını gösterir, sonra da bu yetersizliğin uygun görüldüğünü. İkinci grubun seçime sokulmaması, Suikast yargılamaları, sonuna doğru Dersim Kıyımı…
Bunlar eleştirilmemeli mi. Hepsi de iyidir, doğrudur mu diyeceğiz? Ve “doğru değildir” dersek, Tayyip Erdoğan’ın kurduğu düzen iyidir” mi demiş oluruz?
Gene uzadı, ama gene bitiremedim.