Recep Tayyip Erdoğan “riyasetinde” AKP, iktidar olduğundan beri, Türkiye’nin hukuki yapısının “ihlal” etti. Şaşılacak bir şey değildi bu çünkü “siyasal İslam” zaten bu yapıyla kavgalıydı. Kısmen orta çağda biçimlenmiş bir “İslami” düzeni egemen kılma mücadelesi veriyordu ve bunun gizlisi saklısı yoktu. Onun için epey bir süredir bu “yabancı” hukukun yerine “yerli ve milli” bir hukuku getirdiğini ilan edeceği aşamayı bekliyordum. Doğrusu, çok uzun sürmedi.
MHP destekli AKP (“eşittir Tayyip Erdoğan”) iktidarında adım attığımız yeni aşamada beklenen dönemece girdik. Bir şeylerin tehlikeli bir biçimde değişmekte olduğunu Devlet Bahçeli’nin PKK ve Abdullah Öcalan üstüne “fikirlerini” açıkladığı zaman kemiklerimde hissettim. Bahçeli’nin bu aşamada söylediği sözleri söylemesi için genel siyasetlerinde ciddi bir değişim olması gerekiyordu.
AKP-MHP ittifakı ciddi oy kaybına uğramaya başlamıştı. Bunun böyle olduğundan kendilerinin haberdar olmamasına imkan yoktu. Bunu durdurmak için farklı politikalar izlemeleri gerekecekti. Ne olabilirdi bu “farklı” politika? Bunları bilmemiz mümkün değil. Ancak birtakım tahminlerde bulunabiliriz. Ben Öcalan’la süren gizli görüşmelerde bir sinyalin belirdiği tahmininde bulunuyorum: silah bırakma, örgütü lağvetme vb.
Ve bir iş bölümü üzerinde anlaşmış olmalılar. Nasıl bir iş bölümü? Daha “şahin” bilinen Devlet Bahçeli Kürtler’e dostluk eli uzatsın. Koşullarını kabul ettirebiliyorsa ne ala? Olmuyorsa, devletin bunu nasıl cezalandıracağını da Erdoğan temsil etsin.
Kamuoyu, Bahçeli’nin Öcalan’a “meclis” daveti gibi jestlerden bir “yumuşama” tavrına hükmetti. Ben böyle bir şey görmedim. “Örgütü feshettiğini ilan etmek üzere meclise gelip konuşsun” diyordu Bahçeli: yani, yenildiğini duyursun! Ve bunun tartışması filan olmamalı. Yani, bizim dikte edeceğimiz bir barış olmalı. Bundan Kürtler’e düşen, “barış” kelimesi, “kendisi” değil. Orta yerde bir “Kürt Sorunu” olduğu bile kabul edilmiyor. “Yahu, bu nasıl ‘barış?” diye sormak da yasak. Cezası var.
Şimdi bu “süreç” ilerliyor. Ama bu arada İmamoğlu olayı çıktı ve İmamoğlu olayı gündemin merkezine geçip oturdu. Oturması da kaçınılmaz. Örneğin ABD başkan adayının “KGB ajanı” olarak tutuklanması gibi bir şey. Herhalde AKP’nin militan taraftarlarının bile inanmadığı, inanmayacağı bir iddia (“inanmak” başka, “inanır gibi yapmak” başka). Ama Tayyip Erdoğan bu gibi şeyleri omuzlamayı göze aldı ve hamlesini yaptı. Bu hamleyi yapan bir iktidar, kendini herhangi bir kuralla kayıtlı sayıyor olamaz. Bu, “seçim filan yok, arkadaşlar” demekten çok farklı olmayan bir eylem. “Beni çok sevdiğinizi biliyorum ve demokrasinin gereği istediğinizi yapıyor, ikide birde “seçim” diye rahatınızı kaçırmamak üzere iktidara el koyuyorum.” Muhalefetin kimi aday göstereceğini iktidarın belirlediği bir seçime “seçim” denebilir mi?
Böylece iktidar “legalite”nin sınırlarını hükümsüz saydı ve dışına taştı. Çok sık rastlanan bir durum değil. Genellikle muhalefet (“darbe” ile ya da onun gibi bir yöntemle) bunu yapar.
Erdoğan zaten böyle olduğunu iddia edecektir ve zaten böyle yapmaya başlayacaktır. Bu muhalefete, illegal iktidarla legalite dışına çıkmadan mücadele etmek gibi son derece güç bir yük yüklüyor. Bu koşullarda ne yapılacaksa toplumun kabulünü ve desteğini alarak yapılmalı. Ölçü ister istemez biraz kayıyor ama demokrasinin dışına kaymıyor, tam tersine, daha özüne iniyor. “Legalite”den “legitime”e, yani meşruiyete geçiş demek bu. Büyük kitlelerin “meşru” gösterdiği eylem dar anlamıyla “yasal” olmayabilir, ama “yasal”ı aşan ve gereğinde kapsayan biçimde “meşru”dur.
Bütün diktatörler, aslında “legalite”den yanadırlar. Çünkü o “legalite”yi meydana getiren yasaları kendileri yaparlar. Bu çerçevede Hitler olsun, Mussolini olsun, hepsi “legal”, yani “yasal”dır. Ve hiçbiri “meşru” değildir.