Yeni bir yerde yazmaya başlamak insanda her zaman bir “yenilik heyecanı” uyandırır. Ancak T24'te yazmaya benim başlıyor olmam bunun biraz ötesinde bir durum. “Online” şu bu, bu dünyayla ilişkileri asgaride seyreden bir adam olarak, şimdi bir “online gazete”de yazmaya başlamam, ressamken besteci olmak gibi bir şey.
... diye yazdım ama, işte, elimde bildik tükenmez kalem, önümde tanıdık beyaz kâğıt, yazıyorum. Yanımda faks makinesi, duruyor. Bitince yazı, fakslayacağım. Yani “online gazete”ye yazıyorum diye benim de kulağımdan, burnumdan kablolar falan çıkmıyor. Bari şu faksı bıraksam da “mail” denen şeyi yollasam.
Ben böyle “online”lanır-ken Türkiye de galiba tarihinin en beter dönemecinden
geçiyor ya da geçemiyor
Teknoloji düşmanı falan değilim. İnanır mısınız, öğrencilik yıllarımda, o zamanlar daha çok “sibernetik” dediğimiz bu alanda olanları merakla izlerdim. Merakla ve aynı zamanda belirli bir memnunluk duygusuyla. Şimdi olmakta olan şeylerden o zaman akıl erdirebildiklerim hakkında, “Yahu, biliyor musunuz, şunlar şunlar olacak! Hem de öyle çok uzun zaman sonra değil” diye konuşurdum. “İnsan böyle bir varlık işte!” diye için için övünürdüm. Tabii bir yandan “progress”ti, “gelişme”ydi, bunlara da büyük önem veriyoruz.
Bunlar altmışlı yıllar. O zaman öyleydi de sonra niye geçti bu merakım? Hattâ ona “tepki” denebilecek bir havaya neden girdim?
Galiba bütün o beklediklerimin, benim biçtiğim zamandan çok daha önce, benim sandığımdan çok daha hızlı bir şekilde gerçekleşmesinden ötürü. “Olacak” dediğimiz şeyler oluverince heyecanı mı kaçtı, nedir?
“Computer”, elektronik devrim, öyle böyle değil, çok şey değiştiriyor.
Bu kadar fazla değişmeyi beklememiştim de, istememiştim de.
Neyse.
Değişen epey bir şey var... Askerî vesayetin “elitizmine” karşılık bu şimdiki rejimin popülistliği az buz değişim değil
Bir de şu özgül ortam konusu var. Ben böyle “online”lanırken Türkiye de galiba tarihinin en beter dönemecinden geçiyor ya da geçemiyor.
Bir bildiri imzalamanın böyle bir “suç” haline getirildiği bir dönem, evet, yaşamasına yaşadık: 12 Eylül sonrasının “Aydınlar Dilekçesi.” Dolayısıyla “Eh, değişen fazla bir şey yok,” diyebiliriz. (Hem de, o dilekçe için askeri savcıya ifade verdiğim odanın 12 Mart’ta hapis yattığım koğuş olduğu düşünülürse!) Ama bunu demek çok doğru değil. Değişen epey bir şey var. Önemli şeyler: Bizim için gelenekselleşmiş bir askerî vesayetten şimdi bir plebisiter diktatörlüğe hızla yöneliş birçok şeyi değiştiriyor. Askerî vesayetin “elitizmine” (hiçbir zaman “elit” olamayan) karşılık bu şimdiki rejimin popülistliği (ve bu rejim “popülist” olmayı başarıyor) az buz değişim değil. Elitist vesayet, her şeye rağmen, bir şeyler yapılırken (yapılması için olmadık yasalar çıkarılırken), bazı şeylerin de yapılamayacağının bilindiği bir sistemdi. Şimdi hiçbir şeyin ölçüsü kalmadı. “Ben yaptım oldu” zihniyetinin egemen kılındığı, egemen olduğu günler yaşıyoruz.
Onun için koyu bir kasvet bulutu dört bir yana çökmüş durumda. Güneydoğu kentlerinde olanlar bir fecaat. Görebildiğim kadarıyla direnişin de biteceği yok. Bunca gülleyle, mermiyle bir yerde, bir zaman dururken başka yerde yeniden patlak verecek. En sıradan, en basit sosyolojik bilgi, bu sorunların bu yöntemlerle çözülmeyeceğini bildiriyor. Ama kendi hırsından başka bir şeyi görmeyi reddeden bir zihniyet, hiçbir olayı uyarı gibi görmeksizin yaka yıka yoluna devam ediyor.
Orada öyle, burada böyle. Ve gitgide dünya ile kavgalı bir hale geliyoruz.
“Dünya” kendisi de bir tuhaf. Herhalde yakında Donald Trump’ı ABD Başkanı olarak göreceğiz.
Dolayısıyla, hani şöyle keyifle yazı yazdıracak bir ruh haline girmek zorlaşıyor. Ama dönem öyle “ruh hali” aranacak, beklenecek bir dönem de değil. Herkesin elinden iyi gelen şey neyse onu ortaya koyarak temel demokratik ve temel insanî değerleri savunması gereken dönem.