Murat Belge

25 Nisan 2016

Kut’lu günler arifesinde

Kut ül-Amare’nin ön plana çıkarılması çabaları için 'patetik'ten başka bir sıfat bulamıyorum

Geçen gün Tayyip Erdoğan’ın nihayet perdesini açtığı “Simgeler Savaşı”na değinmiştim: Bu toplumun selâm durmakla yükümlü kılınacağı simgelerin kaynağı ne olacak? “Batı değerleri” denen şeyler ve dolayısıyla “Atatürkçü gelenek” mi? Kendine özgü törenleri, mitolojisiyle? Yoksa İslâmiyet ya da “Türk-İslâm sentezi” türünden, Batı’yı mümkün mertebe dışarıda bırakan bir gelenek mi? Kutlu Doğum’u, Kut ül-Amare’si v.b. ile. Bu da bir Tayyip Erdoğan mitolojisi getirip yerleştirmek durumunda.

Şimdi, bu işler olurken “Ergenekon” davalarının Yargıtay’daki görüşülmesi de tamamlandı ve sonuç, o davaların iler tutar yeri olmadığı yolunda biçimlendi.

Cemaatçi bir ekibin bir özel intikam ve cezalandırma sürecine indirgediği, o davalar devam ederken belli olmaya başlamıştı. Sabah karanlığı Türkân Saylan’ın evini bastıklarında “Bu iş böyle olmaz, olmuyor” demiştim. Ahmet Şık’ı şahsen tanırım; o tutuklandığında işin çivisinin çıktığı da anlaşılmıştı. Arkası git gide bozularak geldi.

Tamam da, bu ülkede askerî vesayet yoktu; darbe yapmadığı zaman “darbe yaparım” tehdidinde bulunan bir Silâhlı Kuvvetler yoktu diyebilir miyiz? 27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı ve tabii 12 Eylül’ü kim yaptı? 12 Eylül Anayasası nasıl geldi -ve gitmedi? 28 Şubat neydi? Andıçlar, muhtıralar neyin nesiydi?

Herkesten önce Tayyip Erdoğan’ın alkışladığı yeni süreçte, bu kararla, daha doğrusu bu kararın belirli çevrelerde karşılanması ve yorumlanmasıyla, bu soruların da bir geçerliliği kalmadı.

 Ergenekon’un vardığı yerle “Simgeler Savaşı”nın gidişi arasında bağlantılar var. Baş bağlantılar var. Baş bağlantı, daha doğrusu iki ipi bağlayan düğüm Tayyip Erdoğan’ın kendisi. Bugün geldiğimiz noktada, “Yahu, hiçbir şey yokmuş! Hepsi Cemaat’in kurgusuymuş” diyorsak ve bunu demekle gerçekliği dile getirdiğimize inanıyorsak, bunca yıl devam eden o dava neydi ve “Ben bunun savcısıyım” diyen Tayyip Erdoğan ne yapmış oluyordu?


Erdoğan’ın demokrasiden anladığı kitlelerin onu seçmesi ve onun da aldığı bu oy desteğiyle aklına esen her şeyi –herhangi bir engelle karşılaşmadan- yapmasından ibaret

Ayrıntılar bir hayli karışık olmakla birlikte genel çizgiler oldukça net. AKP’nin 2002’de tek başına iktidara gelmesi Siyasî İslâm açısından önemli bir zaferdi (halkın 28 Şubat’a verdiği sert cevap v.b.) ; aynı zamanda, bir tehdit ve tehlike zemininin açılması demekti. Bu tehdit ortamı Siyasi İslam’ın bu toplumdaki iki ana aktörünü bir arada davranmaya zorladı. Mürekkep yalamışlar çoğunlukla cemaat safında yer aldığı için Erdoğan Kemalistler’e karşı girdiği varkalma mücadelesinde onlara bazı primler vermek durumundaydı. Bu davalar çeşitli silâhlı külâhlı eylemlerin kovuşturulmasıyla başladı ve İlker Başbuğ’un tutuklanması gibi beklenmedik sonuçlara vardı (“darbe hazırlığı” filan dense bir ihtimal, Genelkurmay Başkanı’nın “terör” suçlamasıyla tutuklanması gene davanın bütününün inandırıcılığını zedeleyen bir işti).

Tayyip Erdoğan, kendisine karşı darbe yapmaya kalkışmayacağına güvendiği kişileri Silâhlı Kuvvetler’in başında gördüğü anda, tavrını değiştirdi. O cenahla bir ittifak yapmış olduğuna inanarak hışmını eski müttefikine döndürdü. Gerisi malûm.

Bunların hukukla hiçbir ilgisi yok. Daha doğrusu, hukuk, oldukça çıplak cereyan eden bir iktidar mücadelesinin zorunlu bir figüranı. Yassıada duruşmalarında ne kadar hukuk var idiyse Ergenekon’u suçlamak için de, aklamak için de, yürütülen davalarda o kadar hukuk var.

Gelelim “Simge Savaşı”na: Atatürkçü mitolojiye de, bunun ritüellerine de hiçbir zaman yakınlık duymadım. Ancak şimdi onun yerine konmaya çalışılan mitolojiye yakınlık duyacak değilim.

Sakallı Nurettin Paşa ve benzerleriyle, bugün olandan daha “şanlı” bir Türkiye tarihi olacağına (“yeniden yazılacak” bir tarih) inanıyorlar herhalde

23 Nisan, kendisi, son derece önemlidir. Bir ulusal mücadeleyi seçilmiş bir Meclis’le yürütme kararı, aynı zamanda, son derece isabetli bir karardır. Mustafa Kemal kendisi- bütün çağdaşı Osmanlı okur-yazarları gibi- derin ve kuşatıcı bir siyasî kültür içinde yetişmiş bir aydın değildi. Ama sezgileri ona, verili koşullar içinde en saygıdeğer mücadele yönteminin bu olduğunu gösterdi (o anda savaşılan güçlerin de uzun vadede saygı duymak zorunda olduğu yöntemdi bu). Savaşın sonuna kadar da, bu Meclis’te kendisine yönelen muhalefete katlandı. Savaşı kazandıktan sonra, evet, bir kukla olan “İkinci Meclis”in o şekilde ortaya çıkması için elinden geleni yaptı ve başardı. Ama Mustafa Kemal’in yetkisiz bir Meclis kurma çabasını eleştirecek kişi herhalde Tayyip Erdoğan olamaz.

Türkiye’nin demokrasiye hazır olmadığını söyleyerek “vesayet rejimi”ne destek verenlere her zaman Birinci Meclis’i örnek göstermişimdir. Tarihinin en zorlu badiresinden, tarihinin en demokratik meclisiyle geçti bu toplum. “İnşallah bir gün gelir, olur” diye durmadan ertelediğimiz şey, aslında oldu.

Ve Birinci Meclis’teki bütün muhalefetin “sarıklılar” diye küçümsenmesi de doğru olgulara dayanmayan bir iddiadır. “Birinci Meclis’te İkinci Grup” sarıklı filan değil, bu toplumda o tarihte olabileceği kadar “liberal” bir gruptur (gene o tarihte olabilecek birkaç “solcu”yla birlikte).

Ve, o zaman da kavga, “kuvvetler ayrılığı” çevresinde gelişmişti.

Dolayısıyla kendi simgelerini egemen kılmaya çalışan Tayyip Erdoğan, 23 Nisan’ı “terör” merör gibi herhangi bir inandırıcılığı olmayan gerekçelerle halının altına süpürmeye çalışırken, bu toplumun demokrasi için mücadele tarihinin en anlamlı olaylarından birini gömmeye çalışmış oluyor. Bunun da şaşılası bir yanı yok, çünkü Tayyip Erdoğan’ın da “demokrasi” ile bir ilişkisi yok. Erdoğan’ın demokrasiden anladığı kitlelerin onu seçmesi ve onun da aldığı bu oy desteğiyle aklına esen her şeyi –herhangi bir engelle karşılaşmadan- yapmasından ibaret.

Kut ül-Amare’nin ön plana çıkarılması çabaları için de “patetik”ten başka bir sıfat bulamıyorum. Bunun bir adım sonrası da Halil Paşa’yı, Ali İhsan Sabis Paşa’yı, Nurettin Paşa’yı v.b. “Türk Büyükleri” arasına almak mı?

Sakallı Nurettin Paşa ve benzerleriyle, bugün olandan daha “şanlı” bir Türkiye tarihi olacağına (“yeniden yazılacak” bir tarih) inanıyorlar herhalde.

Zaten onun için “patetik” diyorum.

Kut ül-Amare, Kutlu Doğum, Halil Kut... Kutlu olsun.