John Freely ölmüş.
İstanbul'un bir sevgili hemşehrisiydi John. Kendisi bir İrlandalı Amerikalı olsa da, başka her yerden çok bu kente ait bir kişiydi. İstanbul hakkında yazılmış kitapların en güzellerinden birini yazmış iki kişiden biriydi: Strolling Through İstanbul olağanüstü bir kitaptır.
İkinci yazar, Hilary-Summer-Boy, yıllar önce ölmüştü. Akşamın birinde, Nevizade'de Lefter'in meyhanesinde tanışmıştık. Sonra bir daha yollarımız kesişmedi. Robert College hocalarından biriydi. Ondan ders almış çok kişi tanırım. Belli ki hocalığı da çok iyiymiş. Bu İstanbul yürüyüşlerini galiba ilkin o akıl etmiş. Aralarında John Freely'nin de bulunduğu bir grup insan, hafta sonları, daha doğrusu ne zaman vakit bulurlarsa, İstanbul'un bir köşesinde yürüyüşe çıkarlarmış. Bunun bir noktasında, belli ki, bildiklerini, gördüklerini oturup yazmaya karar vermişler. Tabii bir yeri gezmek başka, oturup hakkında kitap yazmak başka. Birincisi yalnız izlenimlere dayanarak yapılabilir; ikincisi bayağı bilgi gerektiriyor. Ama bunun da altından güzelce kalkmışlar: Sonuç ortada. Kitabî araştırma işini daha çok Hilary'nin üstlendiğini söylemişlerdi ama bunun doğruluk derecesini bilmiyorum. Sonunda kaleme almak, John'a kalmış.
John'la da o sıralarda tanıştık. Uzun süre İstanbul'dan uzak kaldıktan sonra gene bir hocalık işiyle dönmüştü. Hatırladığıma göre bu süre içinde Venedik'te epey zaman geçirmiş, "İstanbul" kitabının bir benzerini de Venedik hakkında yazmıştı. Şimdi bunları yazarken onun bu kitabını edinmemiş ve okumamış olmanın utancını duydum. Venedik de benim sevdiğim ve çok değer verdiğim bir kenttir; kim bilir ne güzel yazmıştır John orayı.
Tanıştığımızda, öyle uzun yürüyüşlere çıkacak yaşı geçmişti John Freely. Buna rağmen, küçük birkaç gezimiz oldu: İlkin, Amerikan Konsolosluğu'nun ta Morgenthau'nun elçilik zamanlarından kalma teknesi de Hiawatha ile çıkıp Boğaz'ın ucuna gitmiş, Rumeli Feneri'nde Pompei sütununun olduğu kayaya tırmanmıştık. Teknenin kaptanı da Boğaz'da ne nedir, kime aittir, çok iyi biliyordu. Daha sonra da bir kere, bu sefer karadan, Anadolu Feneri'ne gitmiştik. Beş altı kişi vardık bu seferinde. Dönüşte Anadolu Kavağı'nda öğle yemeği yemeye karar verdikti. Şansımıza, lokantada o gün tutulmuş bir torik vardı (ne zamandır çok az çıkıyor, çıkınca da lakerdaya yatırılıyor). Bütün balığı yemiştik.
Kavak'taki hisara götüren yokuş yolda, ne olduğunu unuttuğum bir şeyler satan yaşlıca bir kadın gördük. Bu kadın nedense John'un ilgisini çekti. Biraz konuşmaya, daha çok da kadını konuşturmaya çalıştı. Ketum bir kadındı, pek bir şey anlatmadı. Aylar sonra gene karşılaştık John'la. "O kadını hatırlıyor musun?" diye sordu. Meğer bunu iş edinmiş, gidip bulmuş ve bu sefer konuşturmuş kadını: Kıyıma uğramış bir Ermeni ailenin kızı olduğunu öğrenmiş.
Son olarak da Kadir Has Üniversitesi'nde düzenlenen Bizans üstüne bir seminerde karşılaştık. Demek ki son görüşmeden bu yana epey zaman geçmiş.
İngiltere'de ölmüş John. Doksan yaşında.... "Uzun yaşadı" denebilir ama bu konuda söyleneceği Cemal Süreya söyledi: Her ölüm erken, hele de ölen John gibi sevilesi biriyse...