Murat Belge

23 Mart 2019

İktidarın 'tek doğru'su

İktidar “tek doğru” ile özdeş, onun cisimleşmiş hali olduğuna göre, iktidara karşı gelmek, doğruya karşı gelmektir

Şerif Mardin’in “Türk Modernleşmesi” üstüne yazdıklarını okuyordum. Yazılarının bir kısmı ta ellilerden. Ne kadar doğru görmüş ve anlamış bir düşünür olduğuna bakıp şaşıyorsunuz. Tespitlerinin hepsi çok önemli ve özgün, ama benim aklımda—şu aşamada—“muhalefet” kavramı üstüne söyledikleri kaldı. “Politikanın İnanç Muhtevası” başlığını taşıyan makalesi 1954’te yayımlanmış. Demokrat Parti’nin büyük bir zafer kazandığı ve muhalefetin meclise zor bela otuz kırk milletvekili sokabildiği seçimden sonra yazılmış olmalı. Mardin buna ve muhalif basında çıkan “alarm” yazılarına değiniyor. Şerif Mardin bir “Halk Partili” olmadı hiç. Tek-parti yönetimini de her zaman eleştirdi. Türkiye’de özellikle kırsal nüfusun Demokrat Parti’ye sıkı sıkı sarılmasını şöyle yorumluyor:

“Bizde tezahür eden particiliği kısmen de Türk halkının partiyi, asırlarca baskısı altında yaşadığı tahakküme karşı bir kalkan olarak kullanması şeklinde izah etmemiz lazımdır.”

Evet, “siyasi parti”, Osmanlı toplumunda hiç olmayan, “devletle halk arasında kurum”du, dolayısıyla bu toplumun hayatında ciddi bir yenilikti. Genel olarak yenilikten pek hazzetmezmiş gibi görünen Türkiye toplumu bu yeniliğe sıkı sıkı sarılmıştı. Hele bu “parti” siyaset sahnesine “Yeter! Söz Milletin!” gibi sloganlarla geliyorsa…

Ancak Şerif Mardin’in yukarıda alıntıladığım cümleden sonra yazdığı ilk cümle de şu:

“Fakat bize has olan unsur şudur ki, bütün bu tezahürlere rağmen hükümetin ‘istibdat’ politikasını tenkit eden diğer partilerin iktidara geçtikleri anda aynı hareketlerde bulunmayacakları hiçbir surette temin edilemez.”

Evet, tarih henüz 1954. Seçimle iktidar değişmesinin fazla örneği yok. Bu iş 1950’de ilk kez olmuş. Aradan geçen dört yıl içinde Demokrat Parti’nin adına ne kadar sadık kaldığı şüphe götürür bir konu olmakla birlikte henüz işler “Tahkikat Komisyonu” derekesine varmamış. Ama belli ki Şerif Mardin hoşlanmadığı kokular alıyor ve Demokrat Parti demokrasisinin nerelere yönelebileceğini sezinliyor.

Şerif Mardin ta o zamanlarda farkına vardığı şeyin günümüzdeki son tekrarını da görebildi. Bu “mükerrer” olayın bugünkü “tezahür”ü karşısında geçmişteki bütün örnekler, Menderes ve “Tahkikat Komisyonu” ve “Hakim Teminatı” v.b. solda sıfır kalır.

Bu toplumda böyle bir durumla karşılaşınca yapılması normal olan yorum “Yalan söylediler” türünden bir yargıdır. “Şöyle şöyle dediler, ama iktidara gelince tersini yaptılar.” Mardin’in 1954 makalesinin ardından geçen yıllar boyunca bu edebiyata uygun çok sayıda örnekle karşılaştık.

Ama Şerif Mardin o tarihte de “Bunlar böyledir” türünden kestirme ve yüzeysel yargılarla yetinilemeyeceğinin farkında. “Böyledir” de, niçin “böyledir”? Herhalde bu toplumun “natura”sında siyasi partilerin böyle davranmasına yol açan bir şey (bir şeyler) var. Bu soruyu da “Türkler böyledir” türünden, bir “öz”e havale ederek cevaplandırmak kabul edilir bir şey değildir. “Öyledir” diye kabul edildiğinde bile “Niçin öyledir?” sorusu karşımıza dikiliyor.

Toplum hayatında bu çeşitten soruların cevabını arayacağımız yer, doğal olarak, tarihtir.

Şerif Mardin de tarihe dönüyor, Osmanlı’nın siyaset anlayışına. Ama tabii Osmanlı’nın siyaset anlayışında İslam ideolojisinin çok önemli yeri var; dolayısıyla “tarihe dönüş” Osmanlı’dan çok daha eski kurumlar ve anlayışlara dönmek durumunda.

Bu çerçevede “doğru” tektir. Doğru “tek”se, ona karşı alınacak insani tavır da “tek” olmalıdır. Bu “tek doğru”nun ne olduğuna karar verecek olan da “siyasi iktidar” olmalıdır. Öyleyse gene o siyasi iktidar her şeyin bu “tek doğru”nun gerektirdiği biçimde olup bitmesinden sorumlu olan mercidir.

Bu düşünce tarzı aşağı yukarı bütün dünyada böyle devam edip geldi. Bir toplumsal kurum olarak “devlet”in biçimlendiği yerlerde bu düşünce tarzının köklenmesi daha kolay oluyordu. Hele bu “devlet” biçimi bir “imparatorluk” çapına erişmişse “emperyal doğru”nun yerleşmesi iyiden iyiye bir kural, “başlıca kural” haline geliyordu.

Bizim yaşadığımız “geniş” coğrafyada, Avrupa’da, Roma’da kurulmuş dini otorite ile birçok yerde kurulan görece “seküler” krallıkların birbirleri üzerinde hegemonya kuramaması, “laiklik” dediğimiz anlayışın doğmasına yol açtı. Söz konusu tarihlerde “laiklik” bir ilke filan değil, somut gerçekliğin ürettiği bir “kaza” idi. Ama zamanla bir ilke olmak üzere evrildi.

Ancak Fransız Devrimi ile din kurumu “tek doğru”yu bilen kurum olmaktan çıktı. “Tek doğru” kendisi hâlâ vardı—onun ne olduğunu örneğin Robespierre biliyordu. “Tek-doğru” vardı ama kaynağı değişmişti. O şimdi “millet”in iradesiydi. Devrim’i gerçekleştirenler, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olan Kral’a karşı Millet’in iradesini temsil ediyorlardı.

Bu anlattığım olayları birbirine bağlayan zorunlu mantıki ilişkiler, bu türden bir “nedensellik” yoktur; böyle olmasını gerektiren bir “teleoloji” de yoktur; ama somut tarihin somut konjonktürleri birbirini bu şekilde izlemiş, ortaya bu manzarayı çıkarmıştır. Aynı zamanda, Batı’yı da dünyanın egemen gücü haline getirmiş ya da bu sonucu kaçınılmaz kılan karmaşık sürecin önemli uğrakları olmuştur.

Türkiye (yani Osmanlı) bütün bu süreçlerin dışındadır. Ancak, süreçlerin dışında olmasına rağmen, süreçlerin somut sonuçlarının etki alanının dışında değildir. Dolayısıyla da, tabii başta “devlet” olmak üzere, akışın gözlemcisidir ve gözlemlerinden kendisi için gerekli vargılara varmaktadır.

“Kendisi için gerekli” şeylerin başında, bugünlerde sık sık söylenen bir şeyi akla getirecek biçimde, “beka” gelmektedir. Bu, onun bunun değil, “iktidarın bekası”dır. Zaten iktidar, tanımı gereği, var olması gereken her şeyle özdeştir.

Bu anlayışta iktidardan farklı düşünmenin ve davranmanın yeri yoktur. İktidar aynı zamanda “tek doğru” ile özdeş, onun cisimleşmiş hali olduğuna göre, iktidara karşı gelmek, doğruya karşı gelmektir. Bununda nasıl bir karşılık gerektirdiğini hepimiz biliyoruz.

Yukarıda, Müslüman imparatorluklarda “doğru”nun tekliğinden söz ettim. Gelgelelim, bu tutumun ille dini bir karakteri olması gerekmiyor. Sovyetler Birliği’nde seküler parti “doğru”nun tekeline sahipti. “Bilim” sayesinde bu ayrıcalığı ele geçirmişlerdi. Gene “bilim” sayesinde olabilecek en iyi toplumu yaratmışlardı. Bu durumda biri çıkmış durumu eleştiriyorsa iki şeyden biri olabilirdi: Ya “emperyalizmin ajanı”ydı ya da “deli”.

Rejim, önce birinci şıkkı uygun bulmuşlardı: İdam ediyor ya da Gulag’a gönderiyorlardı. Sonra rejim demokratikleşti. “Deli” deyip tımarhaneye kapatmaya başladılar.

Tabii bütün bunların temelinde, insanın kendisi kadar eski, “tek doğru” inancı ve ihtiyacı yatıyor.

Bu koşullanmaları aşmak, kabul, kolay değil. İdeoloji inatçı—çok da dayanıklı. Ama bu kadar da zor olmamalıydı.