Murat Belge

27 Mayıs 2021

Dibe vurmak

Şu vardığımız noktadan sonra inecek fazla derinlik kalmadığını söyleyebiliriz

2002 yılında AKP tek başına iktidar olmasına yetecek oyu alıp hükümet kurduğunda (Erdoğan'ın da kısa zamanda kervana katılacağı belli olmuşken) başarılarla dolu bir performans göstereceğini tahmin etmiyordum. Böyle bir hükümet tarih boyunca olmadı zaten. O tür hükümetlerin biraz daha sorunlusunu bekliyordum. Acemilikler olacaktı mutlaka. İktidar uzayacak olursa, bu partinin ideolojisinin kaçınılmaz kıldığı sevimsiz uygulama girişimleri görecektik. Siyasi atmosferi kızışması beklenebilecek bir durumdu.

Ama bugün geldiğimiz bir nokta var ki, böylesini beklemiyordum. "Sıfırı tüketmek" diye bir deyim var ya Türkçede, olan bu. İktidar sıfırı tüketti; bunu bulaştırabildiği oranda topluma da bulaştırdı. Böylesine kötü bir yönetim olabileceğine ihtimal vermemişti. 

Nereden başlayalım? Ekonomiden mi? AKP'nin büyük ekonomik hedefi kendine bir taban kurmaktı. Bunu kurdu sayılır. O bakımdan şimdiye kadar en "başarılı" olduğu alan belki burası. Çünkü kendine yakın sermaye sahiplerini paraya pula bağlamayı hedefliyordu. Bunlar partiyi destekleyen ve gereğinde besleyen büyük İslami burjuvazi olacaktı (sürekli sözü geçen beş şirket gibi). Ama bir de yeterli sermaye birikimi yapamamış yandaşları destekleme planı vardı. Bunlar, AKP döneminde eli para görmüş bir kesim olarak partiyi parayla desteklemese de sadakatinden şüphe olmaz bir siyasi destek tabanı sağlayacaktı. Bunlara bir de iyice yoksul olup AKP iktidarından "sadaka" mantığı içinde sebeplenen daha yoksul kesimi de eklemek gerekiyor. Bunlar oldu; bu taban şimdi var. Ama bu, geri kalan toplumun iyice yoksullaştırılması politikasıyla sağlandı. Bu yoksullaştırma da epey radikal ve epey insafsız bir üslupla yürütüldü, "pandemi" gibi etkenler de var olan duruma eklendi ve AKP ne yapsa alkış tutmaya hazır bir "taraftar ordusu"nun karşısında bunun tersi duygularla dolu bir yoksunlar ordu kuruldu. Bu arada yükselen, yükseltilen AKP "ileri gelenlerinin" birden fazla maaş alarak, makam arabası saltanatı yaratarak veya, tabii, şu kadar milyar doları "deve" ederek oluşturduğu öfke söz konusu. Bu gittikçe büyüyor.

Kazdağları, İkizdere gibi bir yığın doğa yağması da bunlara ekleniyor ve bu durdurulamaz yağma girişimleri öfkeyi hem yaygınlaştırıyor (doğaları için mücadele veren köylülerden "Biz size oy emiştik ama..." ile başlayan cümleler iyice çoğalıyor) hem de derinleştiriyor. Ödeme garantileri verilerek yapılmış yollar, köprüler, hava alanları gibi betonarme girişimlerin toplumda ne ölçüde kullanıldığının rakamlarını da görüyoruz. Bunlara Kanal İstanbul'un da ekleneceği müjdesi eksik olmuyor ama bu acaba kaç kişiyi mutlu ediyor ve bunlar kim?

Dış politika bir destan. Komşularla sıfır sorun sloganı da sıfırı tüketti -Tayyip Erdoğan'ın elinde. Mısır dönüşü bakalım neler getirecek. Bizim "şiddet ve celal"imiz de bir durulma görülüyor ve Mısır da yeniden can-ciğer bir ilişkiyi restore etmekte pek hevesli görünmüyor. Rusya bayağı sert bir açıklama yaptı. Amerika ile ilişkiler gün geçtikçe bozuluyor. Avrupa Birliği bu yakınlarda sesini daha fazla çıkarmaya ve daha net sözler söylemeye başladı.

Bunlar Tayyip Erdoğan'ı derin üzüntülere garketmiyordur muhtemelen, çünkü zaten onları sevmiyor ve sevmediğini belli etmemek üzere hiç zahmete girmiyor. Ne var ki, bu Batı ülkeleriyle Türkiye'nin ilişkileri, Tayyip Erdoğan'ın sevdikleri ve sevmedikleri çerçevesine hiç sığmayacak kadar karmaşık, önemli ve hassas. 

"Pandemi" yönetimi, aşı tedariki, bunlar hep arızalı. "Arızalı" denmeyecek pek bir şey kalmadı. Ama en ağır, en arızalı, en vahim işler gene siyaset düzeyinde, özellikle de hukuk alanında oluyor. Eşi benzeri olmayan bir "Başkanlık Sistemi"ne, daha doğrusu bir sistemsizliğine geçtik. Bu herhalde bir yanlışlıkla olmadı, beklenmedik rastlantılar sonucu varılmış bir nokta değil. Buradayız, çünkü Tayyip Erdoğan burada olmamızı istedi ve istediğini gerçekleştirdi.

Onun istediği bu dünyada onun bekçileri, örneğin, sokakta gezen adam görüp vahşice saldırıyorlar, kol bükmenin, eziyet etmenin her türlüsünü yapıyorlar. Derken Süleyman Soylu televizyon programından çıkıp "Reisin emanetisin" tezahüratı yapan bir kalabalıkla karşılaşıyor. Eh, gene de "lebaleb" kongre kadar bitişik nizam değil; ama bunlar, devr-i Tayyib müsavatının dayandığı temelleri bize gösteriyor. Tayyip Erdoğan'ın özenle yeniden biçimlendirdiği Yargı (bütün seçmeleri, atamaları vb. sonucu) durmadan anayasal suç işliyor çünkü Tayyip Erdoğan'ın yargı düzeninden talep ettiklerini gerçekleştirmenin başka yolu yok. Hem yasal, anayasal çerçevenin içinde kalacak, hem de Osman Kavala'yı, Selahattin Demirtaş'ı ve daha birçok aydını hapiste tutmak mümkün değil. Adamın biri "kanlarında duş yapacağım" diyor. Yargıç bunun "fikir hürriyeti" olduğuna karar veriyor. Bunun "fikir hürriyeti" olduğunu yazan dünyada hangi anayasa var? Bu da -anında davalık olan ve ceza alan başka sözlerle birlikte- devr-i Tayyib hürriyeti olduğunu söyleyebiliriz.

Tayyip Erdoğan doymuyor, daha fazla, daha fazla iktidar istiyor. Örneğin elindeki milletvekili çokluğuyla İstanbul Anlaşması'ndan çıkma kararı aldıramaz mı? Tabii ki aldırır. Ama özellikle böyle yapmayı tercih ediyor. Her zamanki emr-i vaki yöntemiyle, şimdi bunu feshetti. Yarın, öbür gün başka -ve muhtemelen daha önemli- fermanlarını "kararname" kıyafetiyle öne sürebilir.

Ama bu işin dibine galiba Sedat Peker'le geldik. Türkiye'nin günümüzde en sağlam kurumları Sedat Peker ve Alaattin Çakıcı gibi kişiler. İçişleri Bakanı televizyon kanalında hiçbir şeyi açıklamayan açıklamalar yapıyor; çete reisi öteki medya üstünden ona cevap yetiştiriyor. Bu olayı milyonlarca insan merakla, tutkuyla izliyor ve büyük çoğunluk çete reisine inanıyor. Sedat Peker'in gençlik için "rol modeli" olduğuna dair ciddi konular konuşuluyor. Ortada büyük suçlamalar var, parmağını kıpırdatan bir savcı yok. Falan sayıda "iktidar milletvekili" var, sesini çıkaranı yok. Çünkü bütün bu zevat Tayyip Erdoğan'ın ne diyeceğini bekliyor. Oradan bir sinyal almadan laf söylemek ve dolayısıyla yanlış yerde kalmak ihtimaline karşı tedbirli olmak gerek. Peker'in böyle konuşmasına zemin hazırlaya Erdoğan cenahı olabilir mi? Şimdi Bahçeli'nin sahip çıkmasından ötürü tutumunu değiştirmiş olabilir mi? Hepsi olabilir. Ve hiçbiri öbüründen temiz değil.

Bunların hepsini başarmış bir iktidarın ilk seçimde pılısı pırtısını toplayıp evine yollanmasını beklersiniz. Bu çok hesapdışı bir olay değil. Gene de, "belli olmaz" diyoruz. Yukarıda anlatmaya çalıştığım "taban edinme" çabalarının ne derece etkili olduğunu yeterince bilmiyoruz; ama daha önemlisi, bu iktidarın bu koşullarda ve bu gidişle nasıl bir seçim, bir seçim ortamı yaratacağını bilmiyoruz.

Ama şu vardığımız noktadan sonra inecek fazla derinlik kalmadığını söyleyebiliriz.