Bu kaçıncı? İnsan gene de alışamıyor, kanıksayamıyor. Tekrar ettiğinde gene şaşırıyor.
“Çatlama, patlama” edebiyatından söz ediyorum. Alışamıyoruz, çünkü bu üslupta konuşan kişi bir “Cumhurbaşkanı” ve biz Tayyip Erdoğan’ın böyle konuşmasında alışmış olsak da cumhurbaşkanlarının böyle konuşmasını yadırgıyoruz. “Hayat bilgilerimiz” arasında böyle bir şey yok.
Bir cumhurbaşkanının böyle konuşması yeterince sorunlu bir durum, ama aynı zamanda bu üslup “bulaşıcı”; belirli kesimlerde zaten yerleşik olan bu tarz en tepeden toplumun üstüne (her Allah’ın günü) boca edilince olağanlığının dışına çıkıp erişilmek istenen bir standart haline geliyor. Bir “konuşma üslubu” olarak da kalmıyor, bir “davranış tarzı” olmaya başlıyor. Çünkü siz “Şunu bana verir misin?” denmesi gereken yerde “Şunu versene ulan!” diye konuşursanız, topluma şiddeti de aşılamış olursunuz. Nitekim bunların hepsi oluyor. Olmasından sakınılacak bir şeyden değil, olağanlaşmış bir durumdan söz ediyorum.
Dünya, bir tuhaf dünya oldu. “Dünyada ‘partili’ cumhurbaşkanları da var. Ama onlar muhaliflerine karşı böyle bir üsluba başvurmuyor” desem, Donald Trump olgusunu ne yapacağız? En azından Donald Trump’a kadar böyle bir şey olmadığını söyleyebiliriz belki.
Öyle anlaşılıyor ki Tayyip Erdoğan, oldukça uzun bir süre olduğu gibi değil, olmadığı gibi görünmek zorunda kaldı. Şimdi böyle devam etme gereğini görmüyor. Geçen o zamanı telafi etmek ister gibi bir hali var.
Ama bu yalnızca bir “kendine gelme” ferahlaması da değil sanki. Bu bir siyaset: Gerilimi yüksekte tutma siyaseti. “Tehlikeler”, “tehditler”, “düşmanlar” ve “komplolar”la dolu bir dünyada var olduğumuza inanmamızı istiyor, çünkü dünyanın böyle bir dünya olması ona ve hükümetine uyguladıkları akıldışı politikaları meşrulaştırma mazeretini kazandırıyor. Bunun için ayrıca dünyada herkesle ilişkimizin de gergin olması gerekiyor ve bunu da büyük bir başarıyla gerçekleştiriyoruz. Sanırım Rusya’dan başka sorunsuz, kavgasız olduğumuz ülke kalmadı. Cumhurbaşkanı özellikle de Batılı ülkelere ve politikalarına her gün “çatlayın, patlayın” mesajları veriyor.
Atatürk Kültür Merkezi adını verdiğimiz binanın yıkılmasına karşı çıkanlar oldu. Olur. Dünyanın her yerinde böyle bir muhalefet olabilir. Binanın ne kadar sağlam olduğu şimdi yıkılışının zorluğundan belli. Yerine yapılacak olan daha güzel, daha uygun da olabilir, ama bu binayı yıkmak, yok etmek için nasıl bir “mücbir sebep” olduğunu anlamış değilim. Bu yerinde kalabilir, başka bir yerde de o öteki, “daha güzel” bina yapılabilirdi.
Cumhurbaşkanı, “çatlayın, patlayın” edebiyatı yaptığı konuşmasında, “Cumhuriyet tarihi boyunca bir tane eser ortaya koyun be!” demiş ayrıca.
Şimdi, inatlaşmaya gerek yok. Cumhuriyet döneminde bu ülkede büyük mimari eserler verilmediği, verilen eserlerden de İstanbul’un payına çok bir şey düşmediği doğrudur. Aslında nesnel olarak bakıldığında, Cumhurbaşkanı’nın “çatlayın” diyerek yıkmakta olduğu bina o az sayıda eserden biridir. Sırf bunun için de ayakta kalması iyi olurdu.
Birinci ve İkinci Milli Mimarlık akımları o yılların “yerli ve milli” olma çabasıyla oluşmuşlardı. O yıllarda dünyanın pek çok yerinde mimaride benzer arayışlar görülüyordu, çünkü “modernleşme” çağında mimaride de büyük dönüşümler olmuştu ve herkes kendini bu teknolojik değişime adapte etmeye çalışıyordu. Bu toplumda mimarinin eski görkemini kaybetmesi de son analizde buna bağlıdır ve Cumhuriyet’ten önce başlamıştır. Bütün on dokuzuncu yüzyıl boyunca yapılmış, gösterişli, iddialı binalar, “yerli ve milli” üsluplarda yapılmıştır. Taksim Kışlası da bunlardan biridir; “oryantalist” tarzdadır ve bu adın gösterdiği gibi “şark”ta üretilmemiş bir “şark”ın ürünüdür.
Cumhuriyet mimarisi deyince ilkin Ankara’da Ulus çevresini kapsayan İkini Milli Mimari’yi görüyoruz. Şimdi gene Cumhurbaşkanlığı’na bağlamaya çalıştıkları Ankara Palas bunların arasında. Ellilerde tamamlanan Anıtkabir de öyle ve kolay yabana atılır bir yapı değil. Projesini Nevzat Erol’un yaptığı, Şehzadebaşı “Belediye Sarayı” da öyle. Florya’daki Deniz Köşkü, Bilgi Üniversitesi’nde şimdi Hukuk Fakültesi olan bina, Ankara’da İller Bankası ve başka eserleriyle tanıdığımız Seyfi Arkan da önemli bir “Cumhuriyet dönemi” mimarıdır. Seyfi Arkan fazla “yerli ve milli” merakında değildir ama Sedat Hakkı Eldem öyledir. İstanbul’da da epey çok eseri bulunur.
Bunlar çok zengin bir birikim anlamına gelmeyebilir. Biraz bakış açısına beklentiye bağlı. Ancak yakın zamanlarda en büyük çoraklığın dini binalar anlamında görüldüğü Cumhurbaşkanı’na hatırlatma gerektiği anlaşılıyor. Bu da on sekizince yüzyıl sonundan başlamış bir süreç. Olanların en iyileri (Nuriosmaniye’den Dolmabahçe’ye) Rum ve Ermeni mimarların elinden çıkmış ve onlar da açık bir şekilde Batı’dan esinlenen sanatçılar.
Edirne’deki Selimiye planını betonarme olarak uygulamak (Ankara, Kocatepe) gibi, mimari başarı değildir. “Yaratıcı” bir girişim hiç değildir. Cumhurbaşkanı’nın “devr-i iktidar”ında Çamlıca’da ve Taksim’de inşa edilen camiler için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Taş üstüne taş konarak yapıldığı zaman “şaheser” olan binaların betonarme kopyalarını dikmek, mimarlık sanatını ileriye taşımaz.
Söyledikleri uzun boylu bir birikime ya da estetik duyarlılığa dayanmasa da, Cumhurbaşkanı’nın yaratıcılık eksikliği üstüne düşünmeye başlaması iyi bir şey. Başlanan işi devam ettirdiği zaman, örneğin yaratıcılıkta özgür düşüncenin rolü gibi konulara da gelme ihtimali artıyor.