Tayyip Erdoğan, malum, Gezi Direnişi'nin başladığı günlerde politikasını radikal bir biçimde değiştirmeye karar verdi. Ancak, bu noktaya gelmeden önce de, Erdoğan'la "birlikte yola çıkılan" birilerinin arası açılmaya başlamıştı. AKP'nin ilk hükümetlerinde gördüğümüz bazı siyaset adamları sonraki hükümetlerde görünmez oldular. O tarihlerde bu durum pek fazla ilgi çekmiyordu; ama böyle bir durum vardı. Olmasını herhalde kişisel etkenlere yoruyorduk. Solda her gün gerekli olan "ideolojik ayrılık" kavramını AKP'de olanları açıklamak için yardıma çağırmak aklımıza gelmiyordu. Gerek görmüyorduk ve gereği de yoktu galiba -o aşamada.
Oysa "ideolojik" ayrılık İslam'da ta başından beri vardır. "Marjinal" deyip geçiştirecek bir olgu da değildir. Dört Halife'den yalnız biri eceliyle ölebildi. Onun halifeliği de topu topu iki yıl sürmüştü. O zamandan bu zamana ayrılıkların arkası kesilmedi: Sünni/Şii gibi mezhepler, ama aynı mezhep içinde ayrı hukuk okulları, ayrı tarikatlar doğdu ve birbirine eklendi. Ama bir araya gelmedi. Hepsinin de hâlâ taraftarı var.
Bunların hemen hemen hepsinin Türkiye'de de taraftarı, temsilcisi, sözcüsü bulunuyor. İlkin "en bir araya gelemeyecek" Sünni/ Alevi ayrımından başlayabiliriz. "Selefi" olanlar, olmayanlar var, Derken tarikatlar var. Bunların içinde en fazla "politize" olmuş ikisinden biri Nakşibendi temelli "Milli Görüş" hareketiydi; AKP kurulurken bu harekete karşı mesafeli olduğunu ilan etmişti ama herhalde öyle değil. İkinci hareket Nurcu kökenli Gülen hareketiydi. Tarikat farkının ötesinde siyasette de tamamen farklı stratejiler benimsemişlerdi. "Milli Görüş" ve AKP seçim kazanarak iktidara gelmeyi öne çıkaran bir politika kurmuştu. Gülen hareketi ise devlet yapısını, "sızarak", içinden ele geçirme stratejisiyle hareket ediyordu. Nurcu kökenden gelenler (onların da çeşitli kolları vardı -Yeni Asya vb.) "Milli Görüş" temelli siyasi partilere oy vermiyorlardı. Bu durum AKP döneminde değişir gibi oldu. Ancak şimdi, hep izlediğimiz gibi, bu iki hareket arasındaki düşmanlık Sünni/Şii sürtüşmesinden çok daha beter. En "dostane" denebilecek dönemlerinde dahi, aralarındaki çıkar çatışmaları hafiflememiş, "görünür" olmaktan çıkmıştı. Ama kimse öbürü hakkında çetele tutmaktan vazgeçmemişti. Belli ki Tayyip Erdoğan (kendi iktidarında olanları en iyi görebilecek konumdaki kişi) Gülen hareketini tehlikeli bulmaya başlamıştı. Aynı zamanda, kendi konumuna da daha fazla güveniyordu. Onun için herkese birden savaş açtı.
O zamandan beri Tayyip Erdoğan'ın hışmı "genel" bir nitelik edindi. Parti dışındakilere ateş etmenin yanısıra parti içini de boş bırakmıyor. Erken dönemde de eksilenler vardı, demiştim. Vardı ama şimdiki gibi değil; şimdi, "birlikte yola çıkanlar"dan kimse kalmamış gibi görünüyor.
Bu durum Tayyip Erdoğan'ın iktidarı kendi elinde sımsıkı tutma hırsının sonucu mu, yoksa başka türlü entelektüel uzantıları da var mı? Bence "iktidar" sorunu ön planda ve belirleyici olmakla birlikte, entelektüel kopuşlar da var; var, daha da olacak. İktidar, şimdiki halde, Erdoğan'ın elinde; böyle olunca, kalabalık da Erdoğan'ın yanında. Yanında durmayı seçenlerin gözünde "iktidar" konusu "fikriyat" konusundan çok daha önemli.
Kartopu savaşı oynayacaksak "kar" olmalı ki "top"unu yapalım. Siyasette karın bu işlevini fikirler üstlenir. Onun için "fikriyat" haddizatında önemlidir. Tayyip Erdoğan başlangıçtaki yol arkadaşlarının hemen hemen hepsini tasfiye ettiyse, şimdi onunla siyasi mücadeleye girmeye karar verenler, onunla fikir mücadelesine de girmek zorundalar. Bu da Erdoğan'ın savunduğu görüşlerle mücadele etmek demek. Şu halde, öteden beri bilinen, birkaçına yukarıda değindiğim "İslam-içi" görüş ayrılıklarına Tayyip Erdoğan bir yenisini ekledi. Bunun henüz bir adı yok. Henüz bir "Tayyibilik" çıkmadı. Ama Erdoğan'ın oldukça "Ortodoks" denebilir bir İslamcılık peşinde olduğunun güçlü belirtileri olduğunu herhalde söyleyebiliriz. Herkesin Müslüman (ve Erdoğan'ın istediği gibi Müslüman) olduğu bir toplum kurmak istediği görülüyor. Böyle bir topluma varmak için "yukarıdan aşağıya" işleyen yöntemlerden kaçınacağını sanmıyorum. Otoritaryen zihin yapısına da böylesi daha uygun. Örneğin pandemiyi bahane ederek içki satışını kısıtlamak gibi uygulamalar herhalde Tayyip Erdoğan çerçevesinde "liberal" sayılacak uygulamalardır. Bunun liberalizme aşırı bir taviz olduğunu düşündüğü durumlar ve zamanlar da elbette olacaktır.
Yani Tayyip Erdoğan kendisi için belirli bir "İslamcı siyaset" kalıbı seçerken tasfiye ettikleri için de başka bir "İslamcı politika" yolu ve imkanı yaratmış oldu. Kendine beğendiği yol "ortodoks" olduğu için aslında bilinen, bir hayli "çiğnenmiş" bir yol. İkincisi, Türkiye gibi bir toplumda, hem öyle, hem değil. Öyle, çünkü Türkiye "Üçüncü Dünya" çerçevesinde demokratik deneyimi en zengin ülkelerden biri. Bu da, fiilen "yaşanmış demokrasi" bakımından fazla bir birikim yaratmasa da, "demokrasi tartışması" ve "demokrasi için mücadele" bakımından epey bir birikim oluşturuyor. Ama aynı zamanda fazla bilinen bir yol değil, çünkü İslamcı siyaset bu birikimin bütününü hiçbir zaman gerçekten benimsemedi. Bunca yıllık AKP deneyimi bunun örnekleriyle dolu -yalnız Erdoğan'ın sorumlusu olduğu demokratik tahribattan söz etmiyorum.
Erdoğan'ın yarattığı "yol ayrımı" entelektüel düzeyde yoğunluk kazandıkça, ayraç, İslam'ın kendi "dış"ıyla ilişkisini nasıl belirleyeceği sorunu olacaktır sanıyorum. Osmanlı düzeni Müslüman - olmayan topluluklar karşısında ileri derecede liberaldi; ama Müslümanlar karşısında pek liberal olduğu söylenemez. Bugünün dünyasında demokratik bir İslamcı siyaset olacaksa, bunun temel ilkelerinden biri bir misyoner ideolojisi ("proselyting ideology") olmaktan vazgeçmektir. Böyle bir şey mümkün mü, göreceğiz.