Murat Belge

11 Ağustos 2020

Artan yüzde

Memlekette çeşitli somut durumlara bakıp "Acaba neden?" demesi gereken çok kişi var. Var da buldukları cevap hep aynı: Liberaller!

Batılılaşma-modernleşme akımının uzun süreli egemenliğinde her zaman bir "irtica tehlikesi" söz konusu olmuştur. Bazan daha sık, bazan daha seyrek sözü edilmiştir ama "önümüzdeki tehlikeli geçit"te o da hep vardır. Sorunlu bir varoluşu olagelmiştir, çünkü bir yandan "irtica tehlikesi", bir yandan da "<elhamdülillah hepimiz Müslüman'ız". İRTİCA Lale Devri'ni bitirmişti. Kabakçı Mustafa kılığına girerek III. Selim'i yok etti. Cumhuriyet döneminde de "başını göstermek"ten geri durmadı: Şeyh Said ve Menemen en çarpıcı hep bir yerlerde vardı. Örneğin Serbest Fırka kurulacak oldu; hemen "yobazlar" koşup kadroları doldurdular, sonra da serkeşlik etmeye başladılar. Deneyi durdurmak gerekti. Demokrat Parti iktidarı kazanınca "Tamam, bunlar zayıfladı" dediler, Ticanilik başgösterdi. Gerçi devlet düşmanlarını bile memleketin iyiliğinde kullanır. Ticani Şeyhi Pilavoğlu'nu Bozcaada'ya sürdüler ki, gelen giden müritleri filan, adadaki Rum nüfusu kaçırsın.

Altmışlı yıllarda "Milliyetçi/Mukaddesatçı" sınıflamasına bol bol değinilirdi. Şevki Eygi, Serdengeçti gibi yazarlar laikliğe ve Batılılaşma'ya bol bol küfrederdi. Ancak temeli din olan bir sağ (bağımsız) siyasi çizgi oluşmamıştı. Bunun ilki Necmettin Erbakan'ın Milli Nizam partisidir ki fazla bir varlık gösteremeden kapatıldı. Ama hareketin artık ayakları üstünde duracak mecali vardı. Milli Selamet Partisi ortaya çıktı. İlk girdiği seçimde yüzde 11 oy aldı ve "anahtar parti" olduğunu ilan etti. Seçim sonrası ilk koalisyonda da yer aldı. Ancak CHP ile MSP'nin ortaklığı uzun süremedi. Her ikisi de "Kıbrıs zaferi"ni kendi üsluplarınca büyütmeye koyulunca ikisinin bir arada bulunması imkanı ortadan kalktı. Bundan sonraki koalisyonlarda MSP'yi Milliyetçi Cephe'nin bir ayağı olarak görürüz. Koalisyonun "sevilen" bir üyesi değildir. Adalet Partililer bu birliktelikten mutlu değillerdir, ama koşullar başka imkan bırakmaz. MSP de kendini öteki sağdan ayırmaya özen gösterir. Zaten "sağ" nitelemesini de kabul etmez.

12 Eylül herkesle birlikte MSP'nin de ensesinde patlar. Milletvekilleri hapsedilir, mahkemeler açılır, sürer. Bir yandan da 12 Eylül generallerinin bu "Milli Görüş" erbabını politikadan uzaklaştırıp daha çok "Aydınlar Ocağı" kokan bir dini kendi hizmetlerine alma manevraları vardır. Bunların pek etkili olduğu söylenemez.

12 Eylül atmosferi bir miktar hafifleyince hareket yeniden toparlanma çalışmalarına başlar.

Tepebaşı toplantısını, "Mücahit Erdal" tezahüratını hatırlıyorum. Bu girişimlerden Refah Partisi doğdu. 12 Mart'a kıyasla bu badirede sol ile İslamcı aydınların daha birbirleriyle konuşur hale geldiklerini söyleyebiliriz. Ama gerçek bir diyalog değildi bu. Belki "diyalog yapalım" diyenlerin birbirleriyle tanışma aşamalarıydı. Bu gibi buluşmalarda epey bulundum.

Orada tanıdığım insanlar böyle bir durumdan memnun görünüyorlardı.

Refah Partisi MSP kadar bir başarıya imza atarak girmedi siyaset alanına. yüzde 7 gibi rakamlar hatırlıyorum. Bunun nedeni, sanırım, Refah Partisi'nin İslamcılığının daha radikal görünmesiydi. Bu yalnız bir "görünüş" de değildi herhalde. Partiye yaşatılan sıkıntılar insanları doğal olarak kızdırmış, sertleştirmişti.

Yetmişler sona ererken İran da şahı kovmuş, başta Humeyni, yeni rejim başlamıştı. Bu olay bütün Müslümanlar üzerinde olumlu, enerjik bir hava estirmişti, doğal olarak. İran'ın Şii olması gibi durumlar vardı ama o aşamada bunlar fazla önemsenmiyordu. Önemli olan İslam'ın bunu başarmış olmasıydı.

İran'da Şah devrilir ve kaçarken ben Londra'daydım. Bir akşam New Left Review'dan davet ettiler, İran'dan biri İran'da olanları analiz edeceği bir konuşma yapacakmış. Ben de gittim. Konuşan, sonradan ahbap olacağımız İran Kürdü Abbas Vali'ydi. Ağırlıkla İran batılılaşmasının başarısızlığına bağladı olayı. Şah ve ailesinin İran halkı tarafından İranlı gibi görünmemesi: Bu yeni rejimin "egemen sınıfının da gene İran halkının nazarında bir saygıdeğerlik kazanamaması; onların da başka bir gezegenden gelen bir oligarşi halinde varolmaları gibi olaylara girdi. Toplumdan kopuk, sayılmayan, sevilmeyen "zenginler"!

İran'la komşu Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıyız. Müslüman ülke, Müslüman siyaset. Burada da olur mu? Bunlar elbette hemen akla gelecek sorular. Ama Abbas'ın sınıfsal analizi Türkiye'nin durumuna uymuyordu. Tamam, Atatürk'ü sevmeyen birçok insan vardı ama Şah Pehlevi'ye benzetecek halimiz yoktu. Burjuvazi "kes yapıştır" bir burjuvazi değildi. Ayetullah örgütlenmesinin ya da Çarşı esnafının etkisinin Türkiye'de karşılığı yoktu. Şah'ı koruyacak olan askerler bile İran'da "işgal ordusunun askerleri" gibi görünüyordu.

Bunları yan yana getirince Türkiye ile İran oldukça farklı fenomenlerdi. "İran Devrimi"nin bizi telaşlandırması için neden görünmüyordu. Ama bu yıllarda yurt dışından gelen gazeteciler bir "şeriat" tehlikesi hissedip etmediğimizi sormaya başlamışlardı. Ben böyle bir tehlike görmediğimi söylüyordum.

12 Eylül Türkiye siyasetinin birçok çivisini çıkardı. Doksanlı yıllar bütün oyların "yüzer-gezer" niteliği aldığı bir dönem oldu. ANAP battı, Doğru Yol battı, CHP barajı geçemedi, DSP aynı. Bir dönem en çok oyu alan parti sonrakinde sonuncu geliyor. Ne istediğine, nerede ne arayacağına karar verememiş bir toplum. Bu arada Refah ilerledi. Derken Refah seçimden " birinci parti olarak çıktı.

Bu 12 Eylülcüleri adamakıllı sinirlendirmiş olmalı. Onca gayret! Gene bu adamlar kazanıyor! Bu arada "Bu adamlar iktidar olursa ben Kenan Evren'in yanındayım" konuşmaları yapan "solcular" da çoktı. Ordu göreve çağrıldı v.b. Sonunda Ordu bekleneni bu sefer "postmodern üslupla yerine getirdi.

Öfke insani bir duygu. 12 Eylül gibi bir ameliyattan sonra Erbakan'ın Başbakan olması Kemalistler'i öfkelendiriyorsa bu postmodern darbe de İslamcıları ve sempatizanlarını öfkelendirmiş olabilir. Refah, Fazilet falan derken AKP kuruldu ve bir yıl sonra seçimi kazanıp iktidar oldu. Olurken, MSP-Refah çizgisinin hiçbir zaman erişemediği bir oy oranına yükseldi. Bu oran AKP'yi tek başına hükümet yapmaya yetti. Ama sonraki seçimlerde AKP bu oranı da artırdı. Cumhurbaşkanlığı'nın 367 teranesi, parti kapatma davası bu yükselişte rol oynadı mı?

Bence evet. Zaten dönemin olayları bunlar. Bu oylar bu bağlam içinde yükseldi.

AKP barutunu büyük ölçüde tüketmiş gibi görünüyor. Oyları da azalıyor. Ancak, AKP'den çekilen oyların -şimdilik- başka bir yere de gitmediği söyleniyor. Acaba neden?

Memlekette çeşitli somut durumlara bakıp "Acaba neden?" demesi gereken çok kişi var. Var da buldukları cevap hep aynı: Liberaller!