27 Mayıs’ın altmışıncı yıldönümüne gelmişiz. Bayram olarak anıldığı, kutlandığı bir dönem olmuştu. Şimdi anılacaksa, yani "resmi" düzeyde, "lanetlemek" üzere anılıyor. Bu işler bizim memlekette gramofona plak koymak gibi yürür. "Şöyle harikaydı, böyle harikaydı" diyen plak gider, "Şöyle berbattı" diyen plak gelir. İkisinde de aynı ölü kelimeler, mekanik ses tonu, aynı ısmarlama hava.
Şimdi, şu sıralarda Yassıada’da ikinci türden bir tören yapılıyor olmalı. Zamanında birkaç kere gitmiştim. Bir de yıllar sonra, boşalmışken gittim. Hatırladığımı sandığım yerleri bulmakta bayağı zorlandım, belki de doğru yeri bulamadım.
Bu gidişlerden biri yargılamanın bittiği aralıktaydı. Yargılama süresince "ziyaret" olmamıştı. Yargılananların yakınları mahkeme salonuna alınıp oturtulur, "sanıklar" ondan sonra getirilirdi. Selamlaşmak, uzaktan gülümsemek yasaktı. Hemen çıkarırlardı salondan. Bu duruşmaların bir ikisine gitmiş, Türkiye’de bir mahkemenin nasıl çalıştığını ilk orada görmüştüm. Yıllar sonra ben de bunun bir benzerinde yargılandım.
İlk -ve son- ziyaret yargılama bitince mümkün oldu. Ertesi gün karar açıklanacaktı. Adaya Dolmabahçe’den bir vapur kalkıyordu. Ben halamla gidiyordum. Sonraları Kayseri yollarında daha yakından tanıyacağım sanık yakınlarıyla gittik.
Demokrat Parti iktidarından hoşnut değildim. Burada babamın oynadığı rolden de mutlu değildim. Herhalde iktidardan hoşlanmayan bir damarım var. Yatılı okuduğum okulda bir sabah bir yerlerde açılmış radyolardan gelen marş sesleriyle uyanıp ne olduğunu öğrendiğim zaman bunu iyi bir olay olarak karşıladım. Ama "iyi" filan olmadığını anlamam bir ay bile almadı. AFS diye bilinen örgütten bir yılı Amerika’da geçirmek üzere burs kazanmıştım. Pasaport vermediler. Burhan Belge’nin oğlu olduğum için. Ama Yakup Kadri’nin araya girmesiyle bir süre sonra pasaportu aldım ve biraz gecikerek gittim. Mahkemenin başladığını, babam için ölüm cezası istendiğini oradayken, "Time" dergisinde okuduğumu hatırlıyorum. Afallamıştım. İdam edilmeyi gerektirecek ne yapmış olabilirdi?
Dönüşte, dediğim gibi, bir iki duruşmaya giderek fikir edindim. Bu da "iyi" bir fikir olmadı tabii. Derken "görüş"e geldik. "Subay gazinosu salonu" dedikleri yerdi. Küçük masalar, dörder beşer kişi oturabiliyor. Her masada bir de subay oturuyor.
Konuşma başlayınca halam da ağlamaya başladı. Babam oldukça sakin, halamı da rahatlatmaya çalışıyor. O sıra masada oturan subay (yarbaydı galiba) güneş gözlüğü taktı. Onun da gözleri sulanıyordu. Kalktı, bizim masaya başka bir subay getirip kendisi gitti.
Süremiz sınırlıydı. Bir zaman sonra kalktık.
Ertesi gün radyo başında kararları dinliyorduk. Babama yalnız on beş yıl verildiğini işitince rahatladım! Evet, talep edilen "idam" olunca on beş yıl insanı rahatlatıyor.
Dolayısıyla ilk bir ya da iki haftadan sonra 27 Mayıs’a olumlu gözle bakmadım, bakamadım. Bu yargılamalar hoşgörülür şeyler değildi. Bunlarla birlikte "makable şamil kanun" çıkarma çabaları bir başka yüzkarasıydı. 147’ler olayı bir rezaletti. Doğudan sürülen Kürtler gitgide alışacağımız bir örüntü gösteriyordu. Darbenin uzun vadeli zararlarını görmemize imkan yoktu tabii henüz. Ama olanların çoğu zaten daha olurken yeterince kötüydü. "Uzun vadeli sonuç" beklemeye gerek yoktu.
Bu yıllarda henüz sosyalist olmamıştım. Olmaya karar vermem 1963’ü buldu. Yeni ideolojik formasyonumla baktığımda "Emperyalizmin bu olayda tavrı ne, payı var mı?" gibi daha önceleri aklımdan pek geçirmediğim sorular da karşıma çıktı. Ancak bunlar da 27 Mayıs’ı genel değerlendirmemi değiştirmedi. Dolayısıyla sonraki yıllarda sürüp giden "sol cunta" tartışmalarında da tavrım netti. Herhangi bir "cunta"yı, başına "sol" falan gibi sıfatlar ekleyip benimsemenin sosyalizmle nasıl bir ilişiği olacağına hiç akıl erdiremedim.
Evet, şimdi Yassıada’da törenler yapılıyor, adanın adı değişiyor... Bu "yeni" üslubu getirenlerin kurduğu düzen ve yarattığı siyasi atmosfer 27 Mayıs döneminin de gerisinde. 27 Mayıs Türkiye tarihinin türlü çelişkilerini içeren bir olay olduğu için kendisi de çelişkilerle doludur. Getirdiği Anayasa bazı istisnaları dışında Türkiye’de görülmemiş derecede demokratikti. "Demokratik bir Anayasa"nın Türkiye sorunlarını çözeceği inancını taşıyordu. Ama "demokratik" olmak ne demektir, bundan pek haberi yoktu. Toydu, çocuksuydu.
Bugün topluma empoze edilmek istenen düzen böyle değil. Kasıtlı, bilinçli bir otokrasi düzeni. İnsanlar tamamen hukuk dışı yöntemlerle tutuklanıyor, hapiste tutuluyor; yasalar bile bile çiğneniyor ya da hukuki olmayan yasalar çıkarılıyor.
Bu koşullarda 27 Mayıs’a saldırmanın, "demokrasi ayıbı" filan gibi sözler söylemenin anlamı ne? "Biz" ve "siz" ayrımından başka bir anlamı var mı? "Siz o tarihte bizimkilere şöyle şöyle eziyet etmiştiniz, şimdi biz de size çektireceğiz." Bir "intikam" söz konusu; ama demokrasi intikamla gelmez. Demokrasi, intikam duygusunun olmadığı, silindiği ortamda mümkün olur.
Bitirirken, 27 Mayıs gibi bir olaya, herhangi bir darbeye "devrim" gibi şanlı sıfatlar takmanın solda hiçbir işi olmadığını tekrarlayayım. Şu anda popülist sağ bunun bu ülkedeki solun genel tavrı olduğunu söyleyerek saldırıyor, kitlelerin sevmediği bir tavrı sola mal etmeye çalışıyor.
Sol bu ikircikli tavrından sıyrılmadıkça da bundan yararlanmaya devam edecek.