Fransız Devrimi öyle bir gün içinde olup bitmiş bir olay değil, çoğu devrim gibi, aylar almış bir süreçtir. Ama "anılması gereken" bir olay olunca, insanlar gerçek dünyada "kırk gün kırk gece" kutlama yapamayacağına göre, "aylar alan süreç"ten vazgeçip bir gün üstünde karara varma gereği duyarlar. Fransızlar da süreç içinde en şanlı olay olarak Bastille'in "fethedilmesi"ni seçtiler; böylece, bu olayın olduğu 14 Temmuz Devrim'in kutlanacağı gün olmak üzere seçildi.
Fransız Devrimi, beğen beğenme, insanlık tarihinin en önemli olaylarından biri. Bu olaydan 127 yıl sonra bizim 15 Temmuz'umuz var. Bazılarımıza göre, Fransa'nın 14 Temmuz'undan aşağı kalır bir yanı olmayan bir tarih!
Tarih... Büyük olaylar... Anmalar... Kutlamalar... Bu işler her zaman, her yerde, birtakım rötuşlama faaliyetleri gerektirmiştir. İstenilen ölçüde "şanlı" bir olay, içinde buna uymayan bazı olguların elenmesini gerektirir. Bu elenme bazan ciddi boyutlara varır; örneğin 1917'den bir süre sonra çekilmiş bir fotoğrafta Troçki ile Stalin yan yana durmuştur. Ama 1930'a gelindiğinde aynı fotoğraf karesinde bulunmak yakışık almaz bir olay haline gelince, Troçki resimden uçar. Böylece tarih "temizlenir." Tabii başka bir açıdan bakınca bu "temizlik" bir "sahtekârlık"tır.
Şimdi, Fransa'nın 14 Temmuz'una böyle "resmiyet-dışı" bir perspektiften bakınca neler görüyoruz?
O tarihte Bastille kalesi hapishane olarak kullanılıyordu ve Fransız Monarşisi'nin zulmünün bir simgesi haline gelmişti.
Devrim "Liberté/égalité/fraternité" adına yapıldığına göre, bu kale-hapishane de öncelikle "özgürlük" karşıtı bir anlam taşıyordu. Onu fethetmek, Fransız toplumuna özgürlüğü getirmekle eşanlamlıydı.
Muhtemelen gerçekten öyleydi ama Bastille'in zaptedildiği gün "zindan"dan kurtarılan "tutsak"ların sayısı -doğru hatırlıyorsam- yediydi. Bunların beşi parayla ilgili suçlardan, sahtekârlıktan, dolandırıcılıktan ötürü hapse düşmüştü. Düşünce özgürlüğünden ötürü "tutsak edilmiş" kimse yoktu.
14 Temmuz Fransa'da Bastille'in fethedildiği ve yıkıldığı gün olarak kutlanır. Evet, Monarşi'nin zulmünü simgeleyen bir hapishanenin yıkılması anlaşılır bir durumdur. Benim gibi, tarihî binaların yıkılmasına derin tepki duyan biri bile, hak vermese de bunu yapanların duygularını anlayabilir.
"Teknik arıza" Bastille'in o gün yıkılmış olmamasıdır. Yıkım, bir yıl sonra gerçekleşti.
Kale muhafızı de Launay adında bir subaydı. Yanında az askeri, daha az cephanesi vardı. Teslim etme/etmeme görüşmeleri sürerken halk saldırıya geçti. Tam bir kargaşa ortamında anlaşma sağlandı ya da sağlandığı sanıldı. Çünkü kaleyi ele geçirenler de Launay'e eziyet etmeye başladılar. O da karşılık verince öldürdüler. Kafasını kesip bir sırığa geçirdiler ve dolaştırdılar. Bu bir vahşetti ama daha önemlisi, sağlandığı sanılan anlaşmayı da çiğniyordu.
Şu benim saydığım ayrıntılara bakınca, 14 Temmuz olayının ahım şahım bir yanı yok. Ama nihai yargı olarak bunu söylemek de doğru olmaz. Devrim ciddi, önemli bir olaydır ve bu gibi "süflî" ayrıntılara indirgenerek değerlendirilemez. Büyük toplumsal olaylar tanım gereği son derece karmaşık olaylardır. İçlerinde her türlü insan davranışına rastlarsınız.
Fransız Devrimi kadar büyük bir olay olmasa da Türkiye'nin 15 Temmuz'u da yabana atılacak bir olay değil. Hele etkileri, sonuçları son derece tazeyken, devam ederken.
Bu olayları merak ederiz: Ne oldu, nasıl oldu? Genel olayı anlaşılır kılan bir açıklama kurmaya çalışırız. Şöyle oldu, çünkü böyle olmuştu. "Çünkü"ler çok önemli.
Merak karşısında, olayda payı olanlar, kendi açıklamalarını sunarlar.
Burada önemli bir nokta var: Olay, her neyse, nesneldir; açıklamalar, her neyse, özneldir.
İki nedenle tam bir uyuşma mümkün olmaz, olayla anlatısı arasında: Bir, insanoğlunun öznel bakışı, karmaşık nesnel olayın bütününü kavrayamaz; iki, olayı anlatanın, "anlatmak istediği şey" vardır. Asıl öznellik de buradadır.
"15 Temmuz'da ne oldu?" sorusuna iktidarın verdiği, bir "anlatı" biçimini alan bir karşılık var. Ama olayı herkes başka bir mekânda yaşadığı için, bu anlatı içinde de bazı uyuşmazlıklar, hattâ çelişkiler, vurgu farkları vb. olabiliyor.
O akşam, televizyonlardan, kural dışı işler olduğunu anladıktan bir süre sonra, Başbakan Binali Yıldırım'ın sözlerini duyduk. Yıldırım'ın bu sözleri neredeyken söylediği bize söylenmediği için, bilmiyorduk. Daha sonra ilk belirtilerden sonra karayolundan Ankara'ya giderken yön değiştirip Kastamonu'ya gittiğini, bu sözleri orada söylediğini öğrenmiştik. O konuşmasında Yıldırım olayın "fail"i hakkında çok açık konuşmamış, "malûm yapı" demişti.
Bu "ibare" çok geçmeden Cumhurbaşkanı'nın Marmaris'in oralardan verdiği ilk demeçte de yankılandı: "Malûm yapı," "bilinen yapı" vb. Cumhurbaşkanı olayı MİT Müsteşarı ya da Genelkurmay Başkanı'ndan değil, eniştesinden öğrendiğini söylemişti. Bu zaten başlı başına çok ilginç: Acaba girişimde bulunanların "ordu içine örgütlenmiş bilinen yapı" olduğunu da eniştesi mi haber verdi? Öyle olduysa, zaten eniştenin MİT'ten geri kalır yanı yok.
İktidarın bize sunduğu "15 Temmuz anlatısı"nda Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında bir iletişimin sözü geçmiyor, ama ikisi de ilk iş "malûm yapı" diyerek söze başlıyorlar. Darbe yapmakla, en azından girişiminde bulunmakla maruf Silâhlı Kuvvetler, yani "mahut yapı" değil de, "malûm yapı..." Bu, hemen olaylar başlarken erişilmiş bir "bilgi" mi? Yoksa önceden böyle bir hazırlıktan, hazırlığı yapanların kimliğinden haber alınmış olmasının sonucu mu?
Yanlış anlaşılmasın. Bazı çevrelerin inandığı gibi, "şike" bir darbe teorisi yapanlardan değilim. Bilmediğim nedenlerle çok beceriksizce, acemice vb., ama sonuçta "essah" bir darbe girişimi olduğundan, bunun içinde kendini "Gülenci" olarak tanımlayacak bir kesimin rol üstlendiğinden uzun boylu şüphem yok. "Rol üstlenme"nin ötesinde, asıl işi yüklenen kadroların da oralardan geldiğine aklım yatar.
Ancak, AKP önderlerinin ve kadrolarının 2002'de seçimi kazandıkları gün, böyle bir olayla karşılaşmalarının muhtemel olduğunu düşünmemeleri bana olacak şey gibi gelmiyor. O tarihte henüz FETÖ düşman değil, başlıca müttefikti ama 28 Şubat'tan beri iki gün ancak geçmişti ve "ordu göreve" sloganlarıyla yer gök inliyordu.
Sonraki yıllarda AKP'nin "ittifaklar manzumesi"nde anlamlı değişiklikler oldu. Gülen düşman safına itilirken, neredeyse otomatikman, Ergenekon-Balyoz vb. ile de barış sürecine girildi. Bugün Doğu Perinçek'e "Erdoğan'ı seçen bizi seçer" dedirten süreç bu. Yürürlükteyken, AKP'nin de politikalarında, dost ve düşman tanımlarında gerekli tadilatı yapmış olması beklenir (tersi düşünülemez). Bu yeni ittifak ve iktidar paylaşımı ortamında, her türlü kötülüğü FETÖ'nün yapması kararlaştırılmış olabilir. Bakın, Rus uçağını düşürenler FETÖ'cü; Kürtlerle Barış Süreci henüz yürürlükteyken KCK tutuklamalarını FETÖ'cüler yapmıştı; Gezi direnişine yol açan çadır yakma olayının sorumlusu da FETÖ'cü polislermiş.
Neyse, konu 15 Temmuz'du genişledi. 15 Temmuz'da gerçekten ne olduğunu anlamış değiliz, muhtemelen daha uzun süre de anlayamayacağız. Sunulan "anlatılar" var. Son derece öznel, inandırıcı değil; yorumlar var, onlar da "bilgi" temelinden yoksun. Şimdi birer ikişer duruşmalar başlıyor; belki oralardan "bilgi" gelir. Ama bu belirsizlik ve bu "karanlıkta vuruşma" hali daha epey süreceğe benzer.