Hıristiyan aleminin Türkiye’nin başına çorap ördüğünü kanıtlamaya çalışanlar, bir dönem Barnabas İncili’ne sardırmıştı. Komplo teorisyenliği aykırı zihinlerin bireysel uğraş alanı olmaktan çıkıp kamulaştırılınca, sahneye çıkan devletliler böyle entipüften iddialarla uğraşmayı bırakmıştı. Ancak uzun zamandır kendisinden haber alamadığımız Barnabas İncili, ne olduysa geçen hafta aramıza döndü.
Pazartesi
Bildiğiniz her şeyi unutun
Daha “Seçim siyasi faaliyet değildir” iddiasını sindirememiştik ki, bir kamu tesisinin özel sektöre devredilmesinin özelleştirme sayılamayacağı açıklaması geldi. Rakamların, tarihin, siyasi kavramların, toplumsal gerçeklerin eğilip bükülmesine alışmıştık ama kelimelerin sözlükteki karşılıklarının çarpıtılması, yeni bir aşamaya geldiğimizi gösteriyor.
Bildiğimiz her şeyi unutma zamanı geldi. “Yanlış bildiğimiz” her şeyi baştan öğreneceğiz. Alttaki grafikler, varacağımız yeri gösteriyor.
(Bu grafik George Orwell’in 1984 romanının Can Yayınları’ndan geçen ay çıkan baskısından... Tüm kitap Utku Lomlu tarafından baştan tasarlandı.)
Salı
İncil konusu neden hortladı?
Barnabas İncili bir dönem komplo teorisyenlerinin favori temalarının başında geliyordu. Batı’nın Türkiye’nin başına çorap ördüğünü öne sürenler iddialarını Vatikan’a, Hristiyan alemine bağlamak için bunu kullanıyordu.
İslamcı yazar Hayrettin Karaman, “Genelkurmay’daki Barnabas İncili ne oldu?” yazısıyla gündeme getirene kadar, konu uzun süredir ortalıkta yoktu.
Bilmeyenler için kısa bir özet geçeyim: İddiaya göre 1’inci yüzyılda, İsa’nın en yakınlarından Barnabas tarafından yazılan bu İncil, Hristiyanlıktaki “Teslis” yani “Üçleme” (Baba, Oğul ve Kutsal Ruh) inancına karşın tevhidi benimsiyor. Yani İsa’nın Tanrı’nın oğlu olmadığını kabul ediyor. Bunun da ötesinde Barnabas İncili’nin Hz. Muhammed’in gelişini haber verdiği, Hz. İsa’nın onun hakkında övücü sözlerini içerdiği iddia ediliyor. Bu da Hristiyan inancının İslam karşısında yenilgisi olarak görülüyor.
Türkiye’de yaygın olan inanışa göre Barnabas İncili, İsa’dan sonra 325 yılındaki İznik Konsili’nde, kilisenin reddettiği “apokrif inciller” arasında. Yani varlığı biliniyor, ama kilise tarafından kabul edilmiyor. Kitab-ı Mukaddesçiler’e göre ise böyle bir İncil yok. Bu, Müslümanların kaleme aldığı, anakronik ve tutarsız bir metin...
İddialara göre 1982 yılında Şırnak kırsalında köylüler, daha sonra Barnabas İncili olduğu öne sürülen, deri üzerine yazılmış yazılar buldular. Bunlar bir Türk tarihçi tarafından İsa’nın konuştuğu Aramice dilinde kaleme alınmış Barnabas İncili olarak tanımlandı ve bu “İncil”, Genelkurmay’a teslim edildi.
“Hıristiyanlığı temellerinden sarsacak” bu keşif, komplo teorisyenleri tarafından Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümüne de bağlandı. Çünkü bir diğer iddiaya göre Yazıcıoğlu ölümünden önce Genelkurmay Başkanlığı Özel Kuvvetler Komutanlığı’ndaki Barnabas İncili’ni görmüştü ve kazadan üç gün önce bir pastanede bir araya geldiği sinemacı dostlarına bu İncil’i konu alan bir film çekme fikrinden bahsetmişti. Hatta Yazıcıoğlu filmin finansmanını bile sağlayacağını söylemişti. BBP liderinin suikasta kurban gittiği yönündeki iddialar soruşturulurken, bu konu da savcılık tarafından incelenmiş, ancak maddi delili olmadığı için soruşturulmamıştı.
Çünkü böyle bir İncil’in varlığını ve Genelkurmay’ın elinde bulunduğunu doğrulayan hiçbir veri, açıklama yok. Yalanlayan olmadığı için de komplo teorisyenlerinin en sevdiği konuların başında geliyor. Hayrettin Karaman’ın durup dururken bunu yazmasında bir hikmet var mı, yoksa konu durup dururken aklına düştü de günlük yazısını mı kurtardı, yazıların arkasının gelip gelmeyeceğine bakıp anlarız.
Çarşamba
Fidanlar artıyor, ormanlar azalıyor
AKP’nin çevre ve doğaya verdiği önemi kanıtlamak için her fırsatta kullandığı bir veri var. Yeri geldikçe, 15 yılda 4 milyar fidan diktiklerini söylüyorlar. Çok büyük bir icraat, ne kadar övünseler haklarıdır. Tabii bir o kadar yaşlı ağaç sökülmese, onlarca orman çeşitli nedenlerle tecavüze uğramasaydı!..
DW’den Miray Gökçe’nin haberinden öğreniyoruz ki dikilen fidanlar ağaca, ağaçlar ormana dönüşene dek bu dört milyar fidanın memlekete pek faydası yok. Dev bir ağacı kesip kilometrelerce öteye beş fidan diktiğinizde ormanlara sahip çıkmış olmuyorsunuz. Çünkü tutup tutmayacağı bilinmeyen cılız bir fidanla yüz yaşındaki bir ağaç aynı şey değil. Tıpkı ormanları taşımak gibi bu da pek işe yaramıyor. Zira orman taşımak da ağaçları taşımaktan çok daha fazlasını gerektiriyor.
Hazır çevre ve yeşil düşmanlarına, orman alanlarını betona çevirmeye çalışanlara savaş açmış bir hükümet işbaşına gelmişken bu tespitleri sık sık tekrarlamakta fayda var. Belki yetkili birilerinin de kulağına çalınır…
Perşembe
“House of CHP”
CHP yerel seçimlerde kazanması kesin olan yerlerde aday açıklayamıyor. Bu illerin, ilçelerin hemen hiçbirinde henüz adayları yok. İzmir, Şişli, Beşiktaş, Kadıköy…
Çünkü buraların talibi çok. Seçim çevresi büyüdükçe aday adaylarının ağırlığı artıyor. Bir koltuk ne kadar garantiyse kulis seviyesi ve kıran kırana mücadele o kadar yükseliyor.
İzmir’de yaşananlarla bu durum iyice ayyuka çıktı.
Aday olmayacağını açıklayan Aziz Kocaoğlu, yerini alacak adayı belirlemek için uğraştı. İbre benimsemediği isimlere doğru dönünce de hiç beklenmedik bir hamleyle kendini ortaya attı. Kılıçdaroğlu ve diğer aday adayları, “Hakkıdır, tabii açıklayabilir…” gibi açıklamalar yapıyorlar ama Kocaoğlu’nun bu hamleyle genel merkezi en azından ilk anda kilitlediği ortada.
İzmir’in önemi düşünüldüğünde, siyasette az görülmüş bir manevrayla karşı karşıya olduğumuzu söylememiz lazım. Her şeyi liderlerin belirlediği bir düzende bu sıra dışı tabloya bakıp “CHP kendini yine rezil etti” de diyebilirsiniz, isterseniz yerel siyasetin dinamikleri, parti içi demokrasi işliyor da diyebilirsiniz.
Kocaoğlu’nun son atağından sonra, bunun satrançta bir adı var mıdır acaba diye satranç külliyatını biraz karıştırdım. Galiba başkanın yaptığının adı “Boğmaca Matı”. Deniyor ki, “Satrançta boğmaca matı at ile yapılır. Atın şah çekişi karşısında rakip şah öyle sıkışmıştır ki çare bulamaz ve adeta boğularak mat olur. Boğmaca matının temel özelliği, şahın etrafını saran kendi taşları tarafından sıkışmış olmasıdır.”
Cuma
“Kürtaj yapmıyoruz çünkü”!
Her evli çiftin en az üç çocuğu olması idealinin bir gereği olarak, Türkiye’de kürtajın engellendiğine dair haberler daha önce de yayınlanmıştı. Bu gerçeği son olarak Deutsche Welle’den de okuduk. Burcu Karakaş’ın haberine göre, kamu hastaneleri bu hizmeti vermeyi reddettiği için kadınlar kasaba benzer merdiven-altı kliniklerde bu işlemi yaptırmak zorunda kalıyormuş.
Haberin detaylarından biri özellikle ilgimi çekti. Konuyu soruşturan muhabir, Rize Devlet Hastanesi yetkililerine neden kürtaj yapmadıklarını sormuş. Aldığı cevap şu: “Yapılmıyor çünkü.”
Kendinden menkul bir uygulamaya, kendinden menkul bir cevap…
Yapılmıyor, çünkü yapmıyoruz.
Yapmıyoruz, çünkü yapılmıyor.