Mirgün Cabas

03 Şubat 2019

Linç olmayı bize bırakın!

Hakarete uğramasın diye özel yasayla korunan bir makam sahibinin linç edilmekten yakınması ikna edici değil

Pazartesi

THY’nin zararına razıyım    

Bu hafta günlüğe bir itirafla başlıyorum. Konumuz Türk Hava Yolları…  THY’nin bir dönemki hızlı büyümesi epey hesapsız görünüyordu. Afrika kıtasında adını duymadığımız şehirlere konulan seferler, bunların Fetullah’a mı neye hizmet ettiği anlaşılmayan diplomasi aracı olması, kurumun her yıl uğradığı büyük zararlar, Boeing’e ayrı, Airbus’a ayrı verilen yüzlerce uçak siparişi… Hesapsız bir heves uğruna saçılan paralar gibi görünüyordu.

Bu hafta sosyal medyada yaptığı bir açıklamaya göre THY geçen yıl yolcu sayısını yüzde 9,5 artırıp 75 milyona çıkarmış. Doluluk oranı yüzde 82’ye yükselmiş. Filoya 12 uçak daha katılmış ve uçak sayısı 332 olmuş.

THY sanırım hâlâ zarar ediyor. Geçen yıl yeni reklam kampanyalarını tanıtırken, Cumhurbaşkanı’nın THY yöneticilerine yaptığı uyarıdan hatırlıyorum, “Bana kârlılıktan bahsedin, bu yıl ne kadar zarar yazacaksınız” diye sormuştu Erdoğan. 

Artık THY’nin zararına büyüme politikasının o kadar kötü olmadığını düşünüyorum. Konunun ulusal gururla filan ilgisi yok. Mesele benim için tamamen pragmatik. Eğer geçmediğim köprülerin, kullanmadığım yolların, karşı çıktığım santrallerin müteahhit ve işletmecilerine vergilerimden tıkır tıkır para ödeniyorsa, kullandığım havayolu için de ödenmesine pekâlâ razı olabilirim. En azından o köprüler, santraller için hissettiklerimi dengeler. 

Salı

Bekçi Murtaza endişesi 

Eski başbakanlardan Refik Saydam “Her işimiz a’dan z’ye bozuktur” dediğinde 1940’ların başındaki siyasal ve toplumsal düzeni kastediyordu. Bu sözün bir kehanet gibi on yıllarca geçerli olacağı, aklından geçmemiştir. Türkiye’ye özgü zincirleme bir abuklukla her karşılaştığımda bu söz gelir aklıma. Bu hafta da patlıcan biber yüzünden geldi.  

Hükümetin enflasyonla mücadeleyi çarşı pazarda fiyat denetimi yapacak belediye zabıtalarına emanet etmesinin, beklenmedik sonuçları olacağı belliydi. Nitekim zabıta tehdidi yüzünden marketler ne olur ne olmaz diyerek, riskli ürün grubunda gördükleri sera sebzelerini reyonlarından kaldırdılar.

 Zabıta eliyle yürütülen enflasyonla mücadele programının kurbanı patlıcan olacaktı elbet. Herhalde aramızda dolar kurunun, petrol ve doğalgaz fiyatlarının zabıtalar sayesinde düşeceğini, bunun da nakliyeden gübreye kadar zincirleme indirime yol açacağını uman kimse yoktu. Muhtemelen olacak şuydu, zabıtalarımız enflasyonla mücadele için görevlendirilmelerinin verdiği orantısız gurur ve sorumlulukla “Almışım kurs, görmüşüm ders” diyen Bekçi Murtaza’lara dönecekti… Geçim derdiyle görev şuurunun birleştiği bir anda belki de marketlerin canını yakacaktı. İşte serada yetişen sebzeleri kapı dışarı eden öngörülü marketler kendilerini bundan korumuş oldu.

 Çarşamba

Babadan oğula geçmeyen…

“Gocunanlar gocuk giysin” siyasi vecizesinin sahibi Devlet Bahçeli meğer hazırlığını yapmış, CHP’nin İzmir ‘de Tunç Soyer’i aday göstermesini bekliyormuş. Soyer’in ismi açıklanır açıklanmaz, onun için hazırladığı sözleri sıraladı. Ortaya çıktı ki Bahçeli’nin hazırlığı, Tunç Soyer’in 12 Eylül döneminde sıkıyönetim başsavcısı olan babası Nurettin Soyer’in MHP’lilere dava açtığını hatırlatmakmış.

Bunu böyle söyleyince savcı Soyer’in masumlara acılar çektirdiğini zannedersiniz. Oysa Cumhuriyet Gazetesi’nde Işık Kansu’nun kaleminden okuduk ki, gerçek öyle değilmiş.

Bahçeli’nin bu çıkışı bize sadece, mağdur saydıklarının marifetlerini tekrar hatırlatmaya yaradı. Ayrıca Bahçeli’nin ve onun sözlerini tekrarlayanların ne kadar nafile bir işe soyunduğunu anlamak için 40 yıl önceye gitmeye gerek yok. FETÖ’nün darbe girişiminin önde gelen komutanlarından birini ve darbe girişiminden sonra onun Avrupa’da dış göreve gönderilen siyasetçi kardeşinin varlığını hatırlamak yeter. Bu görevlendirmede bir sorun yoktu. Çünkü ortada bir suç varsa, bunun sorumluluğu babadan oğula, kardeşten kardeşe geçmez. (Kaldı ki Soyer’le ilgili suçtan da bahsedilemez.)

İşin ilginci bunu herkes biliyor ama bazıları sadece işine geldiği zaman hatırlıyor. Buna da Türkçede “siyaset” deniliyor!..

 Perşembe

Bir linç olma ayrıcalığımız vardı…

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Fazıl Say konserine katıldığı için linç edildiğinden yakındı. Kimsenin hiçbir ortamda linç edilmesini istemem. Damdan düşenin halinden, damdan düşen anlar. Ama linç olmak bir mağduriyete yol açıyorsa, gerçek mağdurların hakkını yiyerek onları bir kez daha mağdur etmemek gerekir. Zira sosyal medyadan ve basından takip ettiğim kadarıyla konsere katılım nedeniyle asıl linçe uğramış biri varsa, o da davet sahibi Fazıl Say.

Erdoğan’ın karşılaştığı eleştirilerin çoğu, bugüne kadar bu tür konserlere gitmemiş olmasıyla ilgili. 

Türkiye’de medyada ve sosyal medyada linçe uğramak deyince akla ilk gelen şey, bir merkezden yönetilen örgütlü saldırılar… Bu saldırganların nasıl örgütlendiğini binlerce linç örneği sonrasında hepimiz iyi kötü çözdük, anladık. Dolayısıyla kimse kusura bakmasın ama linç dendiğinde aklımıza yaptıkları haberler, yayınlar, yorumlar nedeniyle üzerlerine çullanılan gazeteciler, akademisyenler, yazarlar, sanatçılar ve muhalif siyasetçiler geliyor. Hemen hepsinin linç edilme süreci, bir demeçle, hedef göstermeyle başladı. Mesela benim aklıma ilk gelenlerden biri, o kadar suçlama ve karalamadan sonra, bu hafta hakkında takipsizlik kararı verilen, oyuncu Deniz Çakır.

Ayrıca hakarete uğramasın diye özel yasayla korunan, bu koruma kalkanını da her gün avukatlar ve savcılar eliyle kullanan bir makam sahibinin linç edilmekten yakınması ikna edici değil. Eğer linçten bir mağduriyet varsa, o da işlerini, ülkelerini, kadrolarını, özgürlüklerini, düzenlerini kaybedenlerin mağduriyeti.

Bırakınız bari linç edilmenin mağduriyet şerbetini de hak edenler içsin.  

 

Cuma

Bugün yazı yok, seyahat var… Yeni havalimanını kullanarak yurt dışından İstanbul’a döndüm. Sanırım havalimanı, Türkiye’nin en büyük staj merkezi. Pasaport polislerinden gümrük görevlilerine kadar herkes, harıl harıl iş öğreniyor…

Mart başındaki taşınmadan sonra neler olacağını merak ediyorum!..