Ozanköy
Dört gün İstanbul’da kaldıktan sonra evime döndüğümde toprağı öpmedim ama kıl payıyla.
Sabah yedi uçağıyla döndüm. Uçağı yakalamak için dört buçuk civarında kalkmam gerekti. Trafik ve uzun kuyruklar başlamadan önce kendimi bekleme salonuna atabilmek için gece hiç uyumamayı bile göze alabilirdim.
Londra aşığı İngiliz yazar Samuel Johnson (1709 - 1784) “Londra’dan bıkan hayattan bıkmıştır” derdi. Aynı şeyi, muhakkak, İstanbul için de düşünenler var. Çocuklarım mesela. İstanbul’a bayılıyorlar. Radisson otelin kafesinde ikinci cappuccinosunu içerken, kızım Berna, Boğaz’a bakıp içini çekerek İstanbul’u ne kadar sevdiğini söyleyip durmuştu.
Yahya Kemal Beyatlı’ya “Ankara’nın nesini seviyorsun?” diye sorduklarında “İstanbul’a dönüşünü” dermiş. Bana “İstanbul’un nesini seviyorsun?” diye sorsalar “Oradan ayrılan uçakların bulunduğu yerleri” derim.
Yaş meselesi mi?
Belki.
Birisi “Bütün ilginç şeyler şehirlerde olur” demişti.
Belki.
Ama ben hep doğaya yakın küçük yerleri şehirlere tercih ettim. Hayatımın büyük bir bölümünü şehirlerde geçirmek zorunda kalmış olsam da.
İstanbul sadece bir şehir değil. Bir şeyin sembolü.
Neyin?
Türklerin içinde rahat yaşanabilecek, doğanın ayak izleri silinmemiş şehirler kurmaktaki beceriksizliğinin. Osmanlı dört yüz yıl Avrupa’nın büyük bir bölümünü yönetti, bir miligram şehir planlaması öğrenemeden İstanbul’a döndü.
Meydanları, parkları, geniş caddeleri, kaldırımları, açıklıkları olan bir tek şehir yoktur Avrupa’nın en hırpani ülkesi olan Türkiye’de. Çünkü rant her şeyin önünde ve üstündedir. Bunun dışında her şey önceliksizdir.
Türkiye’de şehirler, kasabalar işgal ve talan kültürünün birer ürünüdürler. Planlanmalarında – eğer plandan bahsetmek mümkünse – kamu yararı düşüncesi yoktur. İltizam kafasıyla düzenlenirler: Şehrin toprakları siyasi gücü elinde tutanların kar amacıyla kullanmaları veya kullandırılmaları içindir.
Şehirler ele geçirilmiş, ondan mümkün olduğu kadar gelir elde edilmesi gereken yabancı ülkeler gibidir.
İçinde mutlu yaşanacak ortak bir alan yaratmak... O hiç gündemin ilk sıralarında olmaz.
Tersine. İçinde yaşanılan ortamı yaşanılmaz yapmak için sanki her şehirde ayrı bir yarış var.
İstanbul’un herkesin şikayet ettiği ama kimsenin düzeltmesi mümkün olmayan trafiği Türkiye’yi sembolize eder: Yolları tıkalı, ilerlemesi yavaş, hedefine ne zaman varacağı belirsiz.
Türk’ün âsûde mizâciyle Bizans’ın kederi/
Karışıp mağrifet iklimi edinmiş bu yeri, diye yazmıştı İstanbul aşığı
Mezarından kalkıp dönse ne yazardı, kim bilir. Özellikle “Cânanla çıktığım tepeler... Başta Çamlıca”yı görse.
Bir daha:
Hiç dönmemek ölüm gecesinden bu sâhile,
"Bitmez bir özleyiştir, ölümden beter bile "diye yazar mıydı?