İnsan, başkalarında olan, kendinde olmayan şeylere sahip olursa mutlu olacağını sanır.
Bunlar yetenek olabilir, para, ün olabilir, bir ev veya araba, bir kadın veya erkek olabilir.
Doğru mu acaba?
İstediklerine sahip olmak insanı mutlu yapar mı?
Emellerine ulaşanlar mutlu olurlar mı?
Geçenlerde, Michelangelo’nun (1475 – 1564) hayatıyla ilgili şeyler okurken aklıma geldi bu sorular.
Michelangelo, Rönesans’ın en ünlü sanatkârlarından biriydi.
Yetmiş yılı aşkın sanat yaşamı boyunca sanatın bütün dallarında; yontuculukta, resimde, mimarlıkta, çizimde, şiirde çağının en iyisi veya en iyilerindendi.
Özellikle heykelde o kadar usta idi ki çağdaşları onu ölümlüden üstün bir yaratık olarak algılıyorlardı, il divino, “kutsal bir varlık” sayıyorlardı.
İstediklerine sahip olmak insanı mutlu yapar mı?
Eserleri o kadar “dehşetli bir biçimde görkemli” idi ki onları tarif etmek için yeni bir kelime uydurulması gerekti - terribilità –dehşet, huşu ve ihtişam duygularını anlatan bir kelime.
Michelangelo, büyük ün ve servet sahibi oldu.
Ama mutlu olmadı.
“Benim sevincim melankolidedir,” demişti.
Babası önemsiz bir asilzade idi. Annesi öldükten sonra, altı yaşında yanına verildiği bir taş ustasının evinde büyüdü. Eli, çekiç ve mermere onun yanında alıştı.
On üç yaşında ressam Domenico Ghirlandaio’nun (1449-1494) Floransa’daki stüdyosuna çırak olarak girdi. On dördünde, Floransa yöneticisi Lorenzo de' Medici’nin (1449-1492) himayesinde sanat hayatına başladı.
Çocukluğundan beri somurtkan, aksi ve kavgacıydı. Aynı ressamın stüdyosunda yanında beraber çalıştığı öğrencilerden birini o kadar kızdırdı ki yediği yumruk burnunu kırdı, hayat boyu çarpık bir burunla gezdi.
Kapalı kutuydu ve patolojik derecede ketumdu.
Kaba, görgüsüzdü ve ender yıkandığı için pisti. Üstüne başına dikkat etmez, pejmürde dolaşırdı.
Stüdyosunda uyurdu, çoğu zaman elbiselerini ve köpek derisinden yapılmış çizmelerini çıkarmadan.
Yemek ve içkiye kayıtsızdı. Karnını genellikle kuru ekmekle doyururdu.
“Yemek zorunda olduğu için yerdi, zevk almak için değil,” demişti onu tanıyan birisi.
O ise "Ne kadar zengin olursam olayım yoksul bir adam gibi yaşadım,” demişti.
Çevresindekilere karşı duyguları uçtu – aşırı sevgi veya nefret; ama ne arkadaşı oldu ne de himayesi altına aldığı herhangi birisi .
Eşcinseldi, ama tutkuyla sevdiği erkekler olmasına rağmen yaşamı boyunca hiç cinsel ilişkiye girmedi.
Âşık olduğu genç erkeklere şiirler yazdı ve birkaçıyla derin dostluk kurdu, ama platonik olmanın sınırını aşmadan.
Michelangelo’nun bize ters gelebilen bütün özellikleri muhtemelen onun umurunda değildi, çünkü yaradılıştan yalnız ve melankolikti, bizzarro e fantastico, “insanlarla birliktelikten kendini geri çekmiş” biri idi.
Dâhi sadece sahasında dâhidir, onun dışında normal bir insandır, hatta anormal. Bu nedenle, Michelangelo’nun sanki Tanrı’nın elini tutarak yaptırdığı eserleri kadar muhteşem bir kişiliği olmamasında ve süfliliğinde şaşılacak bir şey yok.
Ama neden mutsuzdu?
Herkesin bir mutlu olma kapasitesi var. Bu kapasite çocuklukta oluşur ve çocukluğun iyi mi yoksa kötü mü geçtiğine bağlıdır, bence. Çarpık bir çocukluk
geçirmiş birisi; dâhi, zengin, güçlü, ünlü veya ne olursa olsun mutlu olamaz.