İnsanlığın tarihi bir anlamda, belki de en önemli anlamda, insanın doğadan uzaklaşma tarihidir.
Varoluşunun ilk çağlarında, insan kendisiyle diğer hayvanlar arasında bir duvar görmüyordu.
Dünyayı, İncil’den itibaren olduğu gibi, onun emrine verilmiş saymıyordu. O, doğada yaşayan canlılardan sadece biriydi. Diğer hayvanlardan üstün değil, aynı ruhu paylaşan canlı cansız bütün varlığın eşit bir üyesiydi.
Varlık ise herkes içindi.
Her hayvanın, her yerin, her bitkinin, derelerin ve nehirlerin, hatta bulutların ve fırtınaların, ruhu ve şuuru vardı.
Cansız şeyler de gerçekte cansız değillerdi: Dağların, tepelerin, kayaların ve toprakların, bulutların ve gölgelerin de ihtiyaçları, hatta ruh durumları vardı.
Bunların yanında, insan dünyayı görünmeyen şeylerle de paylaşıyordu: Atalarının ruhları ve insana iyilik veya kötülük yapabilecek başka ruhlar.
İnsan, sözle, dansla, şarkıyla ve seremoniyle, her şeyle ilişki kurabilirdi.
Bu inanca antropologlar, animizm diyor.
Animizmin kökü Latincede nefes, hayat, ruh anlamına gelen animus kelimesidir.
Bazı antropologlara göre animizm; yani varlıktaki her şeyin ruha sahip olması, insanlığın ilk dinidir.
Bu konu oldukça spekülatiftir, zira insanın ilk çağlarına dair yok denecek kadar az bilgi ve kalıntı var.
Ama eski insanların doğa ile ilişkisinin bizimkinden farklı olduğu tartışmasızdır. Onlar hayvanlarla burun buruna yaşıyorlardı, onlarla konuşuyorlardı, şarkı söylemeyi ve dans etmeyi onlardan öğrenmişlerdi.
Ağaçların, otların ve mantarların evreleri hakkında, bizim öğrenme ihtiyacı duymadığımız bilgileri vardı.
İnsan, atalarımızın içinde gömülü olduğu doğadan o kadar uzaklaştı ki neredeyse onun bittiği yerde başlayan uçurumdan aşağı düşecek
Eski hayat tarzlarını az çok koruyabilmiş ücra orman kabilelerini dışarıda bırakacak olursak bugün insan, doğa ile ilişkisini neredeyse tamamen kopardı.
Çağın insanı için doğa ve içindeki hayvanlar ve bitkiler, kaynaktan başka bir şey değil. Çağdaş insanın ne dünyaya ne de içindeki herhangi bir canlıya saygısı var.
Acaba kendini doğadaki diğer canlılarla eşit addeden atalarımızın ayakları yere bizimkinden daha sağlam mı basıyordu?
Bizden daha emin ve daha mutlu muydular?
Neden göçebe hayatı bırakıp yerleşik düzene geçmişler ve her canlıyı eşit gören inançlardan, insanı bütün canlıların üstünde ve onların kâhyası kabul eden tek tanrılı dinlere geçmeyi kabul etmişlerdi?
Bu soruların kesin cevabını bulmak mümkün değil.
İnsan, atalarımızın içinde gömülü olduğu doğadan o kadar uzaklaştı ki neredeyse onun bittiği yerde başlayan uçurumdan aşağı düşecek.