Önce kulakları çınlamaya başladı.
Bir süre sonra sesleri olduklarından daha yüksek tonlarda duymaya başladı.
En ufak sesler dayanılmaz gürültüler hâline geliyordu. Kulak tıkacı kullanmaya başladı, ama derdine deva olmadı.
Bu iki belirtinin bir arada ortaya çıkması ender görülen bir şeydi. Doktor doktor dolaştı, birçok tedavi yöntemi denedi ama iyileşmedi.
En büyük zevkleri müzik dinlemek, kitap okumak, dostlarıyla birlikte pub’da birkaç kadeh bir şeyler içip sohbet etmekti.
Müziğe o kadar tutkundu ki altmışından sonra piyano dersleri almaya başlamış, basit parçaları çalar olmuştu. Artık piyanonun önüne oturamıyordu. Konsere de gidemiyordu. Birkaç paragraf okuduktan sonra kitabı elinden bırakmak zorunda kalıyordu.
Gürültü, özellikle kahkaha atan kadınlar, pub’a gitmesine engel oluyordu.
Gelininin kanser olma ihtimali belirmişti. Testlerin yapılıp kanser olmadığının anlaşılmasına kadar bekledi. Noel’in geçmesini de bekledi ve herkese her yıl aldığından daha çok hediye aldı. Banka hesaplarını, evin bankaya borcunu, sigorta konularını düzenledi.
Bir gün, evinin yakınlarındaki bir binanın on beşinci katındaki terasına çıkarak kendini aşağı attı.
Cebinde eşine hitaben bir not buldular. "Elveda Barbara, seni seviyorum" ve cenazesinde çalınmasını istediği müzik.
Sanıyorum Bach’tan bir parça idi.
George öldüğünde 65 yaşındaydı. Onu iki defa görmüştüm. Birisi ortak bir arkadaşımızın evinde bir pazar öğleden sonra, diğeri aynı arkadaşımın ve George’un en çok sevdiği pub olan Bloomsbury’deki The Lamb’da.
Birbirimizden hoşlanmamıştık. Hatta pub’da biraz tartışmıştık. O zaman kabul etmezdim ama şimdi ediyorum. Kabahat bende idi. Ukalalık ve hamlık etmiştim.
İnsan, hayatının doğru ölçüsünü ancak ölümü yaklaştığında alır.
Birçok insan tarifsiz acılar içinde yaşar. Ümitle, tevekkülle, çaresizlikle, sevdiklerinden ayrılmamak için ve kim bilir başka hangi nedenlerle dayanır. George ise hayatı tartmış, yaşamaya değmediğine karar vermiş, çıkış kapısını itip ayrılmıştı. Kötü bir filmden çıkar gibi.
O binayı arayıp bulmuş ve belki de bir gün terasa çıkıp aşağı atlayacağı yeri seçmişti. Etrafa bakmış, göreceği son manzaranın bu olacağını düşünmüştü.
Sonra bir insanın yapabileceği en zor şeyi yapmış, kendi hayatını almıştı. Yaşayabileceği günleri yaşamamayı yeğlemiş, bilineni bilinmeyenle, varı yokla değiştirmişti.
İnsanları kavrayışımız yüzeyseldir diye düşünüyorum. George’un içinde büyük ve sessiz bir güç vardı ama farkına varmamıştım.
Birçok insanda birçok şeyin farkına varmadığım gibi…