İnsanın yeryüzündeki tarihi birkaç paragrafa sığacak kadar kısadır.
Bu tarih iki yüz bin yıl kadar önce başlar ve Covid - 19 günlerine kadar gelir.
O yılları ikiye ayırabiliriz.
Birinci dönemde, ki yüz doksan bin yıla yakın sürmüştür, insanın hayatı diğer hayvanlarındakinden pek farklı değildi. Atalarımız yüz kişiyi bile bulmayan küçük gruplar hâlinde yaşıyor, karnını avlayarak ve doğanın sunduğu meyveler, mantarlar, yeşillikler, kabuklu yemişler ve diğer gıdalarla doyuruyordu.
İnsan doğanın ona bahşettiği çerçevede yaşıyordu, doğanın insafındaydı.
Yirmi bin yıl önce dünyadaki insan nüfusu bir milyon civarındaydı.
Bu tarz ebediyen sürebilirdi. Ama tam bilinmeyen nedenlerle, on - on iki bin yıl önce terk edildi ve yerleşik düzene geçildi. İnsan çiftçi oldu, hayvan beslemeye başladı ve yavaş yavaş avlama ve toplama alışkanlığını geri plana attı.
Bugün nüfusumuz sekiz milyar civarında ve yerde, suda, havada elimizin değmediği, değiştirmediği, bozmadığı ve kirletmediği yer kalmadı.
Şimdi doğa bizim insafımızda.
İhtiyacı olan her şeyden yeteri kadarına sahip bir hayatı tepip her şeyin bol olduğu bir düzene yönelirken herhalde bolluğun bir felâket getireceği aklımızdan geçmiyordu.
Yerleşik düzen ve gittikçe artan bolluk, insan karakterinde var olan ama eskiden kontrol altında bulunan birçok olumsuz hasleti ön plana çıkardı: aç gözlülük, aza kanaat etmeme, başkalarına ait olana göz koyma, servet tutkusu, kendisi yan yatıp başkalarını çalıştırma eğilimi, zalimlik...
Ve toplum düzeni değişik bir yapı aldı. Yoksulluk ve zenginlik, eşitsizlik, ırk ayrımı, kadınlara baskı, salgın hastalık, kölelik, savaş ve çağımıza ait diğer kötülükler hayatımızın bir parçası oldu.
Geçtiğimiz 50 yıl içinde yabani hayvanların sayısı yüzde 60 azaldı. Onların yerini biz ve evcilleştirdiğimiz hayvanlar ve bitkiler aldı. Bugün biz ve hayvanlarımız, yaşayan hayvan kitlesinin yüzde 96’sına ve kuşların yüzde 70’ine tekabül ediyor.
Doğanın dengesi ve bizim o denge içindeki yerimiz tamamen altüst oldu.
Geri dönülemez, hayatın basit olduğu yere giden o yol kapalı. Ama ileri de gidilemez. Veya gidilir de o, bu kısa bir yolculuk olur zira, o yol şimdi açık olmasına rağmen bir süre sonra kapanacak.
Bu bolluk âlemi devam edemez çünkü insan çoğalırken doğa azaldı ve yok olmanın eşiğine geldi.
Bolluk yaratmanın, zenginleşmenin, uzun zaman fark edilmeyen bedeli, bu zenginleşmeye zemin hazırlayan kaynakların fakirleşmesi ve yok olmaya başlamasıdır.
İçinden geçmekte olduğumuz bu acayip ve tehlikeli günlerde bunları düşünürken aklıma Goethe’nin (1749-1832) 1797’de yazdığı ünlü şiir, Büyücünün Çırağı "Der Zauberlehrling" geldi.
Ustası gidince büyücü çırağı biraz onun büyülerinin keyfine varmak ister. Dolaptaki süpürgeye nehirden su getirmesini buyurur. Süpürge büyük bir iştahla işe koyulur ve banyo küvetini doldurur ama durmaz, su getirmeye devam eder. Kısa zamanda bütün kap kacak dolmuştur ama çırak ne dese süpürgeyi durduramaz. Son çare olarak onu baltayla ikiye böler ama bu defa iki parçası da su getirmeye başlar. Ev sular altında kalınca çırak çığlık çığlığa ustasını çağırır.
"Geri git süpürge," diye komut verir büyücü. "Eskiden olduğun gibi ol. Ta ki ben, gerçek efendin, seni tekrar hizmetime çağırıncaya kadar."
Bu hikâye insanlığa çok iyi uyuyor. Emrimize aldığımız sihirli süpürgeler kilerlerimizi ve ambarlarımızı ve dükkânlarımızı ağzına kadar doldurdu ve doldurmaya devam ediyor. Boğulmaya başladığımızın farkına varmaya başladık ama süpürgeleri durduracak sihirli kelimeyi bilmiyoruz.
Ve çağırdığımızda gelecek bir ustamız da yok.