Metin Münir

18 Kasım 2017

Bu şehirden gitmeliyim

Nehir gibi akan Boğaz'ın ısıran, günün sıcaklığını vücudumdan atan leziz serinliği hâlâ belleğimde

İstanbul’da, Kuzguncuk’ta otururken ara sıra Üsküdar’a iner, deniz kenarındaki kaldırımdan Harem’e kadar yürür, geri dönerdim.

Ben yürürken karşıda, saray, camiler, kiliseler, kuleler, kuluçkada tavuklar gibi geçmiş çağların üzerine oturur, gözleri dörtte üç kapalı, yolcu motorları, vapurlar, tankerler, konteyner gemileri ve şileplerle kıpırtılı denizi seyrederlerdi.

Karanlık düşüncelere dalardım.

Marmara’ya fırlatılmış bir kasaturaya benzeyen Topkapı Sarayı aklıma Osmanlı’nın muhteşemliğini değil, öldürülüp çuval içinde Sarayburnu’ndan denize atılan cariyeleri, ter ve sidik kokan cellatların boğduğu şehzadeleri, dar sokaklarda kıstırılıp kılıçtan geçirilen Yeniçerileri, ipin ucunda sallanan papazları getirirdi.

Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki en unutulmaz şey, ilk gördüğümde beni ürperten ipek bir kaftandı.

Kaftan, şehzade boğulduktan sonra cesedi içinden çıkartılmak için boydan boya kesilmişti, astarı görünüyordu. Camın arkasında, sahibini yeniden kucaklamak ister gibi kolları açık, sessiz bir çığlık gibi yatıyordu. 

Tarih, zamanın çek babam çek çektiği bir katliamlar ve talan tespihidir, diye düşünürdüm.

Tarih, insana yol gösteren başka birçok şey gibi uydurmadır - başka yalanların uydurulmasını mümkün kılmak, kandırmak, gerçeklerin önüne perde çekmek, insanların başka yalanlara kanmasını kolaylaştırmak için inşa edilen bir yalanlar kronolojisi.

Bütün imparatorluklar birer şiddet ve soygun  örgütüdür. Büyük İskender, Sezar, Napolyon gibileri kahraman değildir. Kendilerinden olmamaktan başka suçu olmayanlara saldırmışlar, zapt etmişler, öldürmüşler, esir almışlar, ırza geçmişler, talan etmişler, yakıp yıkmışlardı.

Nehir gibi akan Boğaz'ın ısıran, günün sıcaklığını vücudumdan atan leziz serinliği hâlâ belleğimde

İngilizler, İspanyollar, Portekizliler, Almanlar, Belçikalılar akılalmaz gaddarlıklarla Güney ve Kuzey Amerika kıtasına, Afrika, Avustralya, Yeni Zelanda ve Tasmanya’ya girmişler, oraların yerlilerini yok olmanın eşiğine getirmişler, doğayı talan etmişlerdi.

Kolomb, Macellan, Cook gibileri “Büyük Kâşif” değil, dünya tarihindeki en büyük yok ediliş ve soygunun öncüleriydi.

Devletlerin yaptığını insanlar yapsa darağacını boylardı.

*

Kenarında yürüdüğüm Boğaz bir lağımdı, belki de dünyanın en büyük lağımı.

İstanbul’a yerleştiğimde, 1980’lerde de Boğaz kirliydi, ama bu kadar değildi. Yaz günlerinde Gülçin’in küçük yalı dairesinin bahçesinde oturur, ayaklarımızı denize sarkıtır, Karadeniz yönünden gelen çöp adaları arasında bir boşluk yakalar yakalamaz suya atlardık.

O alışkındı, ama ben pis denizden korkunç bir hastalık kapmaktan korkardım.  Sudan çıktıktan sonra, duştan çıkmak bilmezdim.

Bir zaman sonra çöp akını sürekli bir hâl almış, suya hiç giremez olmuştuk.

Nehir gibi akan Boğaz’ın ısıran, günün sıcaklığını vücudumdan atan leziz serinliği hâlâ belleğimde.

Bazen, İstanbullular su sevselerdi kentte yaşamın ne kadar değişik olabileceğini düşünürdüm.

Pırıl pırıl, içindeki balıkların göründüğü bir deniz. Sandallar, yelkenliler. Mayolarının içinde, yüzmek, balık tutmak veya piyasa yapmak için kıyılara gelen insanlar.

Ama İstanbul denizin temiz olduğu çağlarda da suyla iç içe olmamıştı.

Osmanlı deniz değil, kara insanıydı. Suya yabancı, hatta düşmandı. İçinde, atalarını soğuk kıta ortalarındaki mezarlarda bırakıp göçmek zorunda kalmanın katılığı, sırtını denize dönmüştü.

Bir gün dalgakıranın kayalarını, üzerinde pislik yüzen, sarımtırak bir suyun yaladığını gördüm. Yüzlerce küçük denizanası Marmara’ya doğru hareket hâlindeydi. Deniz sanki su çiçeği çıkarmıştı.

Bir karabatak boğazına kadar batmış vaziyette, olduğu yerde dönüyordu. Yüzünde alaycı bir ifade mi vardı,  yoksa bana öyle mi gelmişti?

Canlılar arasında içinde yaşadığı dünyayla savaş hâlinde olan tek yaratık insandır.

Gökteki kuşları, denizdeki balıkları, ormandaki hayvanları, çiçekleri ve ağaçları, canlı ve cansız her şeyi birbirine bağlayan ince, ilahi bağı kopardı.

Canlılar arasında içinde yaşadığı dünyayla savaş hâlinde olan tek yaratık insandır

Öldürerek, yaşam alanlarını çalarak hayvanları yok olmaya mahkum etti. Doğayı viraneye çevirdi. Havayı kirletti, atmosferde delikler açtı, kutuplardaki buz örtüsünü eritti, denizi,  kemikleri ağır metal yutmaktan kırılganlaşmış, etinde kimyasal atık tadı bulunan balıkların dolaştığı bir çöplük hâline getirdi.

Dünyayı bir ticarethane, hayatı bir alışveriş kuyruğu yaptı.

Dünyayı esir alırken, kendini de zincire vurdu ama farkında değil veya hayal meyal farkında veya farkında da, iş işten geçtiğini bildiği için umursamıyor.

Öff!

Beş kat konteyner yüklü bir gemi, sessiz ve yavaş, Karadeniz’den Marmara’ya doğru ilerliyordu.

Sandalların bağlı olduğu taraftan, sıkı sıkı bağlanmış, küçük, siyah bir çöp torbası belirdi ve akıntıda sallanarak, gezintiye çıkmış bir saltanat kayığı gibi yavaş Karadeniz’e yöneldi.

*

“Buradan gitmeliyim,” diye düşünürdüm. “Bu şehirle işim bitti. Bir daha dönmemek üzere, gitmeliyim.”