Metin Münir

02 Aralık 2017

Bir süre sizi burada alıkoyalım

Garip bir yolculuk oldu bu, doğumumdan şu ana kadar süren bu dünyada alıkonmam

Ozanköy

Bal gibi bir Akdeniz kış günü.

Ne sıcak ne soğuk, ne güneşli ne değil. Güneş, ekinlerin arasında koşan çocuklar gibi, bulutların arkasında bir kaybolup bir ortaya çıkıyor.

Bugün tohum ekme günü.

Yaz sonunda topladığım Kıbrıs lâlelerinin (tulipa cypria), mis çiçeklerinin (Lathyrus odoratus) ve arpa çiçeklerinin (gladiolus segetum irdaceae) tohumlarını ekeceğim.

İşe lâle tohumlarından başlıyorum. Onları, otların boğmasından korumak için büyük plastik saksılara ekiyorum.

Arpa çiçekleri, sabana bile dayanıklı. Traktörle sürülen arpa, buğday tarlalarında ekinlerin arasında çıkıyorlar. Onları bahçenin değişik yerlerine gömeceğim. Yılların geçişi ile dökülen tohumlarından kendiliğinden çoğalacaklar.

Baharda mor, beyaz, pembe, kırmızı bordo çiçek veren mis çiçeği, bir tür yabani bezelye. Çocukluğumdan hatırlıyorum. Bir zamanlar Kıbrıs’ta neredeyse her evde ekilirdi.

Narin, tiryaki eden harika kokusu var.

Garip bir yolculuk oldu bu, doğumumdan şu ana kadar süren bu dünyada alıkonmam

Fasulye gibi tırmanan bir bitki olduğu için tohumların yanına kamış çubuklar dikmem gerekecek.

Onları evin yakınlarına, kolaylıkla sulayabileceğim yerlere ekeceğim. 

İş beni bahçenin ucuna kadar götürüyor. Yolun diğer tarafındaki küçük evin kiracısı olan İngilizi görüyorum bir ara yerden kalkınca.

İriyarı, sessiz, yıllarca komşu olmamamıza rağmen yakınlık göstermeyen bir adam.

Bahçelerimizde uğraşırken birbirimizi gördüğümüzde ağzında bir şeyler geveler, işine devam ederdi.

Karısı ise, bilâkis, güler yüzlü konuşkan bir kadındı. Gördüğünde muhakkak hâlimi sorar kısa bir sohbet yapardı.

“Günaydın,” dedim adama. “Nasılsınız?”

Bu defa yanıma yaklaştı.

“Karım öldü,” dedi.

“Üzüldüm,” dedim, şaşırarak. “Ne zaman?”

“İki gün önce. Yarın gömüyoruz.”

“Nesi vardı?”

“Birkaç aydır hastaydı. Organları çökmüş.”

“Çocuklarınız cenazeye gelecek mi?”

Durakladı. “Onun çocukları var ama gelemeyecekler. Onların da çocukları var.”

Gene durakladı.

“Doğrusunu söylemek gerekirse evli değildik. Burada tanışmıştık. On yıldır beraber yaşıyorduk. Güzel bir on yıl.”

“Cana yakın, güler yüzlü bir kadındı,” dedim.

“Herkes aynı şeyi söylüyor,” dedi.

Neydi adı?

Ta uzaktan küçük bahçesinde kahveye gelen arkadaşlarıyla konuşmalarını, kahkahalarını duyardım.

Birkaç aydır onu bahçede görmüyordum. Havalar soğudu ondandır, diye düşünüyordum. Yaşlı olmasına rağmen hasta olabileceği aklıma gelmemişti.

“Adada yaşamaya devam edecek misiniz?” diye sordum.

Cevabının hazır olmasından bu soruya ilk defa muhatap olmadığını anladım.

“Bilmiyorum. İlkbahara kadar ne yapacağımı düşünmemeye karar verdim.”

Yarın cenazeye gitsem mi?

İnsanlar doğuyorlar, yaşıyorlar, ölüyorlar. Varlıkları bir süre onları bilenlerin aklında devam ediyor sonra – bir uçağın arkasında bıraktığı ince bulut gibi – bir daha görünmemek üzere kâinattan siliniyor.

Sanki hiç var olmadılar.

Sanki hiç var olmamış gibi var olmanın anlamı ne?

*

İnsanlar doğuyorlar, yaşıyorlar, ölüyorlar

Yere gömeceğim mis çiçeğin tohumları, yaza doğru açacak. Arpa çiçekleri iki, en çok üç yıl içinde çiçek verecek. Lâlenin ise çiçek vermek için beş ila yedi yıl arasında zamana ihtiyacı var.

Benim beş ila yedi yıl arasında zamanım var mı?

Açık konuşmak gerekirse, umurumda değil.

*

Düşünüyorum da... Garip bir yolculuk oldu bu, doğumumdan şu ana kadar süren bu dünyada alıkonmam.

Alıkonma. Bir başkasının sözleriyle, “bir başka yere gitmek üzere” buraya geldiğimize göre dünyadaki varlığımızı tarif eden en iyi kelime bu.

“Mademki geldiniz, bir süre sizi burada alıkoyalım... Ama lütfen buradaki ikametiniz hakkında fazla soru sormayın , çünkü cevap yok. Varsa da biz bilmiyoruz.”

Eker,  dikerken çiçeğini kim görecek, meyvesini kim yiyecek, gölgesinde kim yatacak diye düşünmemeli, bazı soruları sormadan yaşamalı.