Metin Gürcan

26 Ekim 2015

PKK ile mücadelede hangi ‘Zafer?’

Silahlı çatışmalara son verecek nasıl bir ‘zafer’ inşa etmeyi düşünüyoruz ve inşa edeceğimiz bu zaferin hedef kitlesi kim?

PKK ile mücadelede silahlı çatışmalara son verecek nasıl bir ‘zafer’ inşa etmeyi düşünüyoruz ve inşa edeceğimiz bu zaferin hedef kitlesi kim olmalı?

 

Türkiye 20 Temmuz’dan bu yana bilançosu ve sosyal maliyetleri giderek artan bir şiddet spiralinin içinde. Son dönemde ‘Belini kırdık, tepeledik, başlarını ezdik, yok ettik, imha ettik’ ile başlayan haberleri okumaya ve ‘son terörist etkisiz hale getirilinceye kadar mücadeleye devam’ lı açıklamaları duymaya başlayınca biraz zihin açmak amacıyla bu yazıyı yazmak farz oldu.

Özel Kuvvetlerde iken, tim personelimle meşhur sabahı olmak bilmeyen operasyon gecelerinde  espri ile karışık da olsa şu meşhur ‘son terörist’ hakkında epey kafa yormuşluğum vardır. Acaba  ‘son terörist’ şu an dağda mı? Belki YDG-H saflarında, belki de (Allah korusun) annesinden henüz doğmadı bile. Parayı güvenliğe değil de genetiğe yatırarak onu tespit edecek bir ‘cihaz’ bulmak ve ‘onu etkisiz hale getirmek,’  böylece ‘teröre’ son vermek üzerine espriler yapardık o günlerde.

‘Son terörist etkisiz hale getirilinceye kadar mücadeleye devam’ söylemi bana hep Clausewitz’i hatırlatır. Modern askeri stratejinin kurucu babalarından meşhur Clausewitz’i  yaşadığı 1820’ler Prusya’sından çıkartıp kendisinden ‘askeri zaferin’ tanımını yapmasını isteseniz size vereceği tek cevap olurdu: Öncelikle hasmın fiziki varlığını, yapamıyorsan mücadele azim ve kararlılığını yok etmek. Yani yukarıdaki hasmın fiziki varlığını yok etme mesajı taşıyan ‘son terörist’ haber ve açıklamaları tam da Clausewitz’in hoşuna gidecek cinsten. Ama ne yazık ki Türkiye’nin içine düştüğü bu silahlı çatışma hali Clausewitz’in zamanındaki gibi 2’nci nesil topyekün endüstri savaşları ile açıklanamayacak kadar karmaşık.

Sorum basit: Giderek hayatımızı ve birlikte yaşama azim ve irademizi emen bu silahlı güç mücadelesinde PKK’ya karşı nasıl bir ‘zafer’ tahayyül ediyoruz? Yazının başına dönelim: ‘Belini kırdık, ezdik, yok ettik’ haber ve açıklamaları aslında ‘askeri zafere’ dair açıklamalar, bu nedenle ne yazık ki siyasi karar alıcıların ağızlarına pek de oturmuyor. Çünkü biz onlardan askeri zafer değil ‘siyasi zafer’ bekliyoruz. Tabi bir de ‘algısal zafer’ var. Bu da sahadaki gerçekliğe yoğunlaşmadan (çünkü bunun siyasi ve ekonomik maliyeti çok yüksek) zihinlerde zaferin inşa edilebileceği fikrine dayanıyor.

Dünyada ‘algısal zafer’ konusunda en iyi ülkelerden biri herhalde İsrail’dir. İsrail, 2006 Gazze Savaşı hezimetinden sonra, 2008 yılında Hamas'ın İsrailli sivillere ve askeri birimlere karşı roketli saldırılar yaptığı gerekçesi ile başlattığı ‘Dökme Kurşun Harekatı’nda zaferin inşasına daha operasyon başlamadan önce girişmişti. Meskun mahallere yönelik hassas güdümlü mühimmatla yapılan hava taaruzları, yüksek teknoloji içeren silah sistemleri kullanımı, yeni harekat taktikleri gibi sofistike yetenekleri, güvenlik güçlerinin başarı ve kahramanlık hikayeleri ile harmanlayarak iyi bir halkla ilişkiler ve medya stratejisi ile ‘pazarlamayı’ amaç edinen bu yaklaşımla İsrail, sahadaki gerçekliğe (örneğin yüksek sivil kayıpları) pek de önem vermeden Hamas’la 2008 kapışmasının ‘zaferle’ neticelendiğini zihinlerimize kazıyabilmişti.

Şimdi yukarıdaki ‘PKK’ya karşı nasıl bir zafer tahayyül ediyoruz?’ sorumu biraz daha açayım. Acaba biz PKK’ya karşı onun sadece fiziki varlığını yok etmeyi, onun kökünü kazımayı, o meşhur ‘son teröristi’ yok etmeyi amaç edinen bir ‘askeri zaferi’ mi, yoksa sahadaki gerçekliğe pek de odaklanmadan zihinlerde zafer kazanmayı amaç edinen bir ‘algısal zaferi’ mi, yoksa bunların daha da ötesinde, daha kalıcı bir ‘siyasi zaferi’ mi amaçlıyoruz? Daha da önemlisi: Zaferi nasıl tanımlıyoruz ve zafer (başarı) illa kazanılacaksa bunu nasıl ölçebiliriz? Bu son çatışmalarda bizim için zafer sadece PKK’nın fiziki varlığını yok etmek mi, yoksa sahadaki gerçekliğe artan sosyal maliyetlere aldırmadan algısal bir başarı bize yeterli mi, veya geleneksel amaç olan ‘savaşları kazanma’ yerine ‘barışı kazanma’ mı zafer olarak tanımlanmalı? Ölü ele geçen PKK’lı sayısı mı, verdiğimiz şehit sayısı mı, kalkan uçak sayısı mı, atılan hassas güdümlü stand-off Mühimmat (SOM) sayısı mı, bombalanan hedef sayısı mı, PKK’nın eylem sayısındaki artış veya azalış mı, verilen sivil kayıp sayısı mı zaferin kazanılıp kazanılmadığını belirleyecek başarı kriteri olmalı?

Kısaca içine düştüğümüz, hem memleketimizin geleceğini ve enerjisini hem de ‘birlikte yaşama azim ve irademizi’ bir vampir gibi emen bu şiddet sarmalında askeri zafer mi, algısal zafer mi yoksa siyasi zafer mi amaçlıyoruz? Yoksa canların gittiği, ocakların söndüğü ve sosyal maliyetleri giderek artan bu çatışma spiraline ‘hapsolmuş’ Türkiye, ‘çatışmaların sonucunu’ yani zaferini planlamadan mı bu süreci götürüyor? Eğer çatışmaları sona erdirecek  ‘Türkiyeli bir zafer inşa edemezsek’ başkalarının zaferlerini hazmetmek zorunda kalabiliriz.

Zafer inşasında son ve bence en önemli soru: Bu zaferin hedef kitlesi kim olacak? Veya zaferi kime satacağız?

Burada ayaklanma ve ayaklanmaya karşı koymanın ‘kitabını yazmış’ bir analist olarak (Yazdığım Afganistan’da Ne Yanlış Gitti? ‘What went wrong in Afghanistan?’ adlı kitap Mart 2016’da basılıyor) Türkiye-PKK çatışması gibi silahlı mücadelelerde 3 farklı kitlenin olduğunu hatırlatmama izin verin.

1.PKK’ya müzahir (yakın) kitle,

2. Tarafsızlar,

3. Devlete müzahir (yakın) kitle.

Terör-terörle mücadele paradigmasında zaferin hedef kitlesi öncelikle devlete müzahir kitle sonra ise tarafsızlardır. Terörle mücadelede temel amaç öncelikle devlete müzahir kitlenin kalplerini/beyinlerini elde tutmak ve tarafsızlarınkini kazanmak, sonra ise hasma müzahir kitleyi caydırmaktır. Bunun için de zafer öncelikle devlete müzahir ve tarafsızların oluşturduğu büyük çoğunluk için inşa edilir. Bu iki kitle için zafer inşasında da en kestirme yol yazımızın başındaki gibi ‘hasmı ezme’ ve hasma müzahir kitleye bedel ödetmedir. Hasım ne kadar ezilirse, ona müzahir kitle ne kadar bedel öderse güç taçlanır, dolayısı ile zafer perçinlenir.

Ama ben artık PKK’nın giderek artan küresel görünürlük ve meşruiyeti, Türkiye içinde de  kitleselleşmesi ve yerelleşmesi,  ‘çözüm süreci’ adında yaşanan müzakere süreci, çatışmanın daha çok kentlere kayması kriterleri ışığında bu içine hapsolduğumuz çatışma spiralinin geleneksel terör-terörle mücadele paradigmasından biraz ötesine geçtiğini, ancak tam da ayaklanma-ayaklanmaya karşı koyma seviyesine ulaşmadığını düşünenlerdenim. Ayaklanma-Ayaklanmaya karşı koyma paradigmasında da aynı hedef kitleler mevcut. Peki bu paradigmada zaferin hedef kitlesi kimdir? İşte püf noktası tam da burada. Terörle mücadelenin aksine ayaklanmaya karşı koymada temel amaç hasmın giderek kitleselleşmesini önlemek olduğundan, hasma müzahir kitlenin bir şekilde kalplerini ve beyinlerini kazanmaktır. Hal böyle olunca da aslında zafer tam da hasma akan kalpleri ve beyinleri kazanmak veya en azından onları tarafsız kılmak için inşa edilir.  Bu nedenle ayaklanmaya karşı koymada hasmın fiziki varlığını ezmeye, kökünü kazımaya odaklanan askeri zafer gerekli olsa da temel amaç:  önce ‘toplumsal zaferi’ kazanmak, müteakiben de bu zaferi bir siyasi zaferle (ki bu aslında o toprak parçasındaki herkesin zaferidir) taçlandırmaktır.

Yazımın sonunda şu iki soru üzerine sizi bir müddet düşünmeye  davet ediyorum:

1. Bu son çatışmalarda öncelikli hedefimiz ne olmalı? Önceliği askeri zafere mi, algısal zafere mi yoksa toplumsal zafere mi vererek bizi çatışma spiralinden kurtaracak bir siyasi zafer kurgulamalıyız?

2. Bu çatışmalar sonunda inşa edeceğimiz zaferin (ki umarım Ankara’da birileri buna kafa yoruyordur) öncelikli hedef kitlesi kim?