Dün akşam ucube Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin partili Cumhurbaşkanı Sn. Erdoğan, kabine Toplantısının ardından Suriye'den Türkiye'ye yönelik terör saldırılarının kaynağı mahiyetindeki kimi yerler konusunda artık tahammül kalmadığını belirterek, "Buralardan kaynaklanan tehditleri, ya oralarda etkin olan güçlerle birlikte ya da kendi imkanlarımızla bertaraf etmekte kararlıyız." dedi.
Sn. Erdoğan bu sözlerini seçim kazanması gereken bir siyasi parti lideri olarak artık giderek kendini dayatan bir erken seçim öncesi siyasi ortamı şekillendirmek için mi söyledi yoksa Türkiye’nin ulusal güvenliğini düşünen bir devlet başkanı olarak mı söyledi bilemiyorum. Ancak tarihe not düşmek adına tam da Suriye kuzeybatısı gibi kimin eli kimin cebinde olduğu belli olmayan manyak yerlerde görev yapmış emekli bir asker ve Mehmetçik’in canını önemseyen bir sade vatandaş olarak lafı evirip çevirmeden madde madde yazalım.
Sahadaki Durum ne?
Yukarıdaki haritada geçen pazar iki özel harekatçımızı şehit verdiğimiz saldırının yapıldığı yer kırmızı olarak belirtildi. Tel Rıfat’ın merkezinde olduğu bu bölge Sn.Erdoğan’ın bahsettiği ve olası bir operasyonda Mehmetçik’e ele geçirilmesi görevi verilecek olan bölge. Halep’in kuzeyinde, Azez-Mare hattının batısında ve Afrin’in güneydoğusunda kalan bu bölge Türkiye kontrolündeki Afrin-İdlib-Fırat Kalkanı Cebi’ni birbirini bağlıyor. Yani görünen Ankara’nın oyun planı aslında Ocak-Mart 2018’de Afrin bölgesinde icra edilen Zeytin Dalı Operasyonu’nda Rusya’nın Mart 2018 sonunda Afrin hava sahasını kapatmasından sonra birliklerimizin ilerlemesinin durduğu ve ele geçirilemeyen bölge.
- Bu bölge aynı zamanda Rusya’nın mutlak hava hakimiyetinde. Havada Rus uçakları, Esad rejimi uçakları bölge üzerinde her gün vızır vızır uçup yer hedeflerini bombalıyor. Karada ise Rusya’nın askeri inzibat birlikleri ve paralı askerleri dışında pek bir askeri varlığı yok. Bölgeye Rusya riskli olduğu için ve elinde çok asker olmadığı için asker göndermiyor.
- Bölge, kimin eli kimin cebinde olduğunun belli olmadığı tam bir ‘Vahşi Batı’ Bölgede YPG, Esad milisleri, İran yanlısı milisler, Hizbullah milisleri, Rus paralı askerleri ve Cihadçılar cirit atıyor. Çünkü bölge Halep’in kuzeyindeki ana ticaret yollarını kontrol ediyor. Peki saldırıları kim yapıyor? İktidara göre YPG. Ama bu bölgedeki yukarıda saydığım diğer tüm grupların da TSK’ya saldırı yapmak için geçerli nedenleri var. Yani saldıran YPG de olabilir, diğerleri de.
- Son şehit verdiğimiz saldırıda konvoyumuz Rus menşeli antitank füzeleri tarafından 1.5 km mesafeden vurulmuş. Tüm saldırı topu topu 2-3 dakika biten, tek atım ve vuruşluk bir ‘Vur Kaç Pususu.’ Olası bir operasyonda Mehmetçik’in baş belası tam da bu antitank füzeleri (ATGM) ile yol üzerindeki hareket halindeki hedeflere veya korunaklı bölgede de olsa duran zırhlı araçları bile 2-2.5 km mesafeden nokta atışı ile vurabilen, 2-3 dakikada atışın yapıldığı ve kaçılan ‘Vur Kaç’ tarzı saldırılar olacak. ATGM saldırıları Suriye kuzeyinde artık yol kenarı El Yapımı Patlayıcı (EYP) veya araçlı intihar saldırılarının yerini aldı. Çünkü öyle saatlerce gidip çukur kazmak, hazırlık yapmaya gerek yok. Ayrıca radyo frekanslı veya telefonla tetiklenen EYP saldırıları Jammer’lar ile baskılanabiliyor ve önlenebiliyor. Kablo ile ateşlemeli saldırılar için ise hedef bölgesine saldırganın çok yaklaşması gerekiyor. Ama ATGM saldırısı temiz iş. 2-2.5 km gibi güvenli bir mesafeden jammer baskılamasına uğramadan 3 dakikada hedefi vur ve kaç. Allah korusun öngörüm olası bir operasyonda en çok kayıplarımızı bu tarz ATGM saldırılarında vereceğiz. Bu tarz saldırılara karşı nasıl korunulur mu? Tabi ki operasyon bölgesinde mutlak bir hava hakimiyeti sağlayarak ve bu tarz saldırılara uçaklarla, taaruz helikopterleri ve silahlı İHA’larla saniyeler içinde karşılık vererek.
Şimdi mevcut durumu çok da uzatmadan madde madde olası riskleri sıralayalım:
- Olası bir harekatta Rusya hava sahasını bize açmazsa (ki 29 Eylül’de Putin ile Erdoğan arasında ne konuşuldu bilemiyoruz ama) görünen açmayacak, Rus ve Esad rejimi uçakları gene birliklerimiz üzerinde yüksek-orta irtifa hava savunması olmadığı için vızır vızır uçacak ve Mehmetçik bu uçakların baskısı (ve belki de saldırısı) altında bu harekatı icra edecek.
- Bu Teksas gibi bölgeye mutlak hava hakimiyeti olmadan, yani hava desteği ile giremezsek
-
- Karada güneye ilerlemeye çalışan birliklerimize yakın hava desteği veremeyeceğiz ki bu onların yukarıdaki özetlediğim ATGM saldırıları, EYP saldırıları ve yol üzeri pusulara açık olmaları anlamına geliyor.
- Yaralılarımızı ve şehitlerimizi helikopterlerle tahliye edemeyeceğimiz anlamına geliyor ki uluslararası bir çatışma prensibi olan ‘Yaralılarını hava yolu ile hızla ve güvenli tahliye edemediğin yerde tabur ve üstü birliklerle operasyon da yapamazsın!’ prensibini burada hatırlatayım. Bu konuyu generallerimizin emeklilik talepleri ile de ilişkilendireyim. Bölgeden Türkiye’deki en yakın tam teşekküllü hastaneye yaralı tahliyesi helikopterle 10-13 dakika, kara yolunda araçla karga tulumba asgari 1 saat. Bir de karayolundan tahliye ATGM ve EYP saldırıları için daha çok hassasiyet demek.
- Acil durumlarda birliklerimize en hızlı takviye veya bölgeden tahliye imkanlarını sunamamamız anlamına geliyor.
- Hızlı ve etkin bir lojistik desteğin sunulamaması anlamına geliyor. Olası bir operasyonda kara yollarına bağlı lojistik akış ise daha çok ATGM ve EYP saldırısı ve ne yazık ki daha çok şehit demek.
Rusya böyle bir harekata izin verir mi?
Soçi’deki Putin-Erdoğan görüşmesinde ne konuşuldu, ne tür bir alışveriş oldu bilemiyoruz ama mevcut durumda Putin bir şey almadan Tel Rifat’ı bize vermez. Bölgede, yani Fırat batısında ABD’nin ne hava sahasında ne de karada etkisi var. Muhatabımız Rusya. Rusya isterse hava sahasını bize açar, isterse kapar. Bu ‘aç kapalar’ ile de Rusya operasyon temposunu kontrol edebiliyor ki bunu Afrin harekatında yaşadık. Zeytin Dalı Operasyonunun ilk günleri hava sahasını tam açtı, F16’ları ve taaruz helikopterlerini bile kullanıp çok hızlı ilerledik. Ne zaman ki Afrin kent merkezine ulaştık, hava sahasını kapadı birliklerimizin ilerleyişi durdu. Yani olası bir harekat Rusya’nın ihsanı ve insafı ile ilerler veya Rusya isterse hava sahasını tamamen kapatıp ilerlemeyi durdurur, hatta daha da isterse birliklerimizin bölgedeki kalış maliyetlerini çok yükseltebilir. Unutmayalım ki 27 Şubat 2020’deki 36 askerimizin şehit olduğu İdlib Saldırısı da dahil biz Fırat Batısındaki Rus saldırılarında (ki Moskova’ya göre bu saldırılar koordine hatası yüzünden oluyor) 50’nin üzerinde şehit verdik. Ama nedense bu şehitler ve Rusya’nın Suriye kuzeyinde doğrudan gerçekleştirdiği veya isteyerek/istemeden ihmali neticesinde sebebiyet verdiği saldırılara dair iktidar pek de konuşmak istemiyor.
O zaman Rusya acaba ne karşılığında böyle bir harekata izin verir?
Aklıma ilk gelen şey İdlib’in güney ve güneydoğusundaki 7-8 üs bölgesi. Mesela Rusya M4 yoluna yakın olan bu üs bölgelerini boşaltmamız ve M4 yolunun kontrolünü Esad rejimine bırakmamız karşılığında bence Tel Rıfat’a yönelik sınır bir operasyona yeşil ışık yakabilir. Ne de olsa hava sahasını açıp kapayarak operasyonumuzu kontrol altında tutabiliyor. O zaman şu sonucu çıkartmak mümkün: Şayet bu operasyon başlar ve eş zamanlı olarak İdlib güneyindeki üs bölgelerini de boşalttığımıza dair haberler duyarsak o zaman bu iş Rusya ile anlaşmalı. Veya İdlib güneyindeki üs bölgelerini boşalttığımız haberlerini duyarsak bu da Tel Rıfat’a yönelik operasyon ihtimalinin artması demek.
Olası Operasyonun iç siyasete etkisi?
Hep diyorum artık seçim sürecinin kendini giderek dayattığı Türkiye’de dış ilişkiler veya dış politika artık yok, ‘Tek Kişinin Siyasi Bekası İçin Yürütülen Dış İlişkiler’ var. Bu siyasi beka seçimden de geçtiğine göre o zaman yaklaşan seçimden önce iktidara olumlu yansıyacak her konu siyasi bir rant malzemesi olarak iç siyasi tüketime yönelik harcanabilir. Afrin’de, özellikle Trump’tan ‘Aptal Olma’ mektubunu yesek de, uluslararası ambargolara maruz kalsak da en son Fırat Doğusundaki Ekim-Kasım 2019’daki ‘Barış Pınarı Operasyonunda gördük ki söz konusu olan şey Suriye kuzeyinde PKK bağlantılı YPG’ye yönelik bir operasyonsa en az %70 destek cepte. Hem artık yurtiçindeki ve Irak kuzeyindeki operasyonların da haber değeri giderek azaldı. Yukarıda özetlemeye çalıştığım her türlü riskine rağmen Suriye kuzeyine yönelik olası bir operasyon ekonomik krizin, işsizliğin, artan gıda fiyatlarının, TL’nin değer kaybının, el hasılı genel yönetememe halinin üzerini bir örtü misali örtebilir. Ekranları haftalarca harita başında ‘o stratejik tepeyi, bu stratejik köyü’ anlatan stratejistler, terör ve güvenlik uzmanları doldurabilir. El hasılı bu kış da siyaseten rahat geçer.
Bu olası operasyonun toplumun gündeminin artık ekonomi, hayat pahalılığı ve işsizlik gibi reel konular olduğu için daha öncekiler gibi yüksek bir toplumsal destek göremeyeceğine dair yorumlar da var. Ama bakalım göreceğiz.
Sonuç?
- Umarım Suriye kuzeyinde zaten çok zor şartlar altında, canı burnunda görev yapan Mehmetçik’in kanı ve canı üzerinden siyaset yapılmaz.
- Umarım Ankara’da birileri artık sahadaki mevcut durumun ve diplomatik gerçekliğin özellikle Fırat batısında önemli kararlar almamız gerektiğini bize dayattığının farkındadır. Bu yeni kararlar da Fırat batısında daha çok operasyon yapıp, daha çok güneye inip daha çok Suriye bataklığına saplanmak olmamalı. Fırat batısındaki mevcut resim, Fırat doğusuna nazaran çok daha kaotik ve belirsiz. Ben ‘Fırat batısından tası tarağı toplayıp geri çekilelim’ de demiyorum ancak mevcut hatlarımızı bir kademe daha kuzeye, Türkiye sınırına doğru çekerek mevzi düzeltmek ve yeni yerimizde hem askeri hem de diplomatik olarak daha sıkı durmak, bu arada Rusya, Şam ve Tahran’la diplomatik süreçleri hızlandırmak, İdlib’in nihasi statüsü, Afrin’in nihai statüsü ve Fırat Kalkanı cebinin nihai statüsüne yönelik sonuç alıcı görüşmeler yapmak, alınacak garantörlük hakları ile işin insani (düzensiz sığınmacı) boyutunu da hesaba katarak Fırat Batısındaki siyasi hedefleri ve görmek istediğimiz nihai resmi reelpolitikle belirlemek gerekiyor.
- Fırat Doğusunda ise durum farklı. Suriye kuzeyinde YPG’nin askeri yeteneklerinin sınırlandırılması, toprak kazanımlarının ve yerel yönetim pratiklerinin sona erdirilmesi düşünülüyorsa bu artık ABD’ye rağmen, Şam’la görüşmeden, Tahran ve Moskova ile koordine etmeden imkansız gibi. O nedenle Türkiye’nin bundan sonra söz konusu olan YPG ise hem askeri hem de diplomatik sıklet merkezi Fırat Doğusu olmak zorunda.
- Ankara’nın artık ivedilikle Suriye politikasızlığına son vermesi de gerekiyor. Bu politikasızlıkta üç paradoks dikkat çekiyor:
- Suriye’de giderek uluslararası meşruiyeti artan küresel sisteme geri dönen Esad yönetimini yok saymak artık giderek imkansızlaşıyor. Şu an Suriye’de Şam’ın daveti olmadan asker bulunduran iki ülkeden biri ABD diğeri ise Türkiye. İktidar ‘ABD askeri Suriye’den çekilsin!’ diye bir türkü tutturmuş ama sanırım ABD askeri Suriye’den çekilir çekilmez sıranın bize geleceğinin farkında değil.
- Diğer paradoks ise Türkiye’nin desteklediği ve Türkiye’de bir hükümetleri ile Genelkurmay Başkanlığı da olan Suriye muhalifleri ile PYD’nin otonomisi sorunsalı. Ankara bir yandan Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunur ve diğer PYD/YPG’nin siyasi ve askeri otonomi kazanmasına karşı çıkarken diğer yandan Suriyeli muhalifleri tek bir siyasi ve askeri çatı altında toplayıp Suriye kuzeyinin Gazzeleşmesi veya Suriye toprakları içinde Türkiye’ye müzahir otonom bir siyasi ve askeri yapı kurmaya çalışıyor. Suriye konusunda muhataplar ‘Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?’ diye sorsa yani ‘Bir yandan PYD/YPG’nin otonomisini kendine tehdit görüyorsun ama diğer yandan Suriye içinde kendine müzahir otonom bir yapı kurmak istiyorsun. Bu tutarlı mı?’ diye sorduklarında (ki soruyorlar) acaba Ankara ne cevap veriyor çok merak ediyorum.
- Son paradoks ise ilk düğmeyi yanlış iliklediğimiz ve bir rejim değişikliğine soyunduğumuz komşumuz olan bir ülkede kimi muhalif kesimlerin dillendirdiği ‘Esad gelsin, her şey 2011 öncesine dönsün, Suriye’de her şey şip şak düzelir’ romantikliği. Bu ne yazık ki olmayacak. Esad yönetiminin tekrar kontrolü sağladığı Hama-Humus bölgesi ve Dera’da Rusya’ya rağmen yaptıkları Suriye’de çatışma sonrası yeniden inşanın ve normalleşmenin çok sancılı bir süreç olacağını gösteriyor. Suriye önümüzdeki 10-15 sene daha Türkiye için terör, düzensiz sığınmacı, sınır güvenliği, sınır aşan kaçakçılık, organize suç örgütleri, Türkiye’ye kayıtdışı insan-para-silah-mal girişi üreten bir sorun yumağı olmaya devam edecek. Bu gerçekle de yüzleşmek ve ona göre tedbir almak şart.
El hasılı Suriye meselemizi ve politikasızlığımızı gündelik siyasete, yaklaşan seçimlere, popülist söylemlere hapsolmadan reelpolitik bir tutumla;
- Mehmetçik’imizin ve vatandaşlarımızın can güvenliği,
- Suriye’den kaynaklanan düzensiz sığınmacı akını,
- Sınır güvenliği,
- Suriye’den kaynaklanan terör tehdidi, kayıt dışı silah-insan-mal girişi, radikal fikir ve ideolojilerden korunma öncelik sırasına göre ivedilikle gözden geçirmek şart.
Bu gerçekliğe gözlerimizi kapattıkça da Suriye bizi üzmeye devam edecek…
Metin Gürcan kimdir?
Metin Gürcan, 1976 yılında Bilecik Bozüyük’te doğdu, 1998-2014 yılları arası Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) değişik birimlerinde çalıştı. Akademik çalışmalarına devam edebilmek amacıyla zorunlu hizmetini bitirmesini müteakip 2015 yılı Ocak ayında kendi isteği ile TSK’dan emekli oldu. Meslek hayatının yaklaşık sekiz yıllık bölümü Güneydoğu Anadolu bölgesi, Irak, Afganistan, Kazakistan ve Kırgızistan’da çeşitli operasyonel faaliyetler, irtibat ve eğitim görevlerinde geçti.
TSK’da Özel Kuvvetler bünyesinde yetişen Gürcan, 2008-2010 yılları arasında ABD Deniz Kuvvetleri Enstitüsü’nde ‘Bölgesel Kürt Yönetimi ile Bağdat merkezi yönetimi arasındaki çevre-merkez ilişkisi’ adlı teziyle Güvenlik Çalışmaları alanında master derecesi aldı.
Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde TSK’nın kurumsal dönüşüm kapasite ve isteği konusunda yazdığı doktora tezini Nisan 2016’da savunarak doktorasını tamamladı. Bu çalışmasını 2018 yılında ‘Opening the Blackbox: Turkish Military Before and After July 15’ adıyla kitap olarak yayımladı.
İngilizce (çok iyi) ve Rusça (orta) bilen Gürcan, 2009 yılında Solomon Asch Conflict Center/ Bryn Mawr College’de ve 2014 ile 2015 yıllarında Oxford Üniversitesi Savaşın Değişen Karakteri (Changing Character of War-CCW) programında misafir araştırmacı olarak çalıştı. Oxford Üniversitesi’nden Prof. Robert Johnson ile beraber editörlüğünü üstlendiği The Gallipoli Campaign: The Turkish Perspective (Çanakkale Savaşı: Türk Perspektifi) adlı İngilizce kitabı Nisan 2016’da basıldı. Yine ‘What went wrong in Afghanistan?: Understanding Counterinsurgency in Tribalized, Rural, Muslim Environments’ (Afganistan’da Ne yanlış Gitti? Aşiret Yapılı Kırsal Müslüman Bölgelerde Ayaklanmaya Karşı Koymayı Anlamak) adlı İngilizce kitabı da Mayıs 2016’da yayımlandı. Mart 2020'de kurucuları arasına katıldığı DEVA Partisi'nde görev aldı.