Metin Gürcan

29 Nisan 2017

Bir daha asla! Ama nasıl? 15 Temmuz sonrasında ordu

Ordu artık daha parçalı kimlikli

 

Yazının başlığı İstanbul Politikalar Merkezi (İPM) tarafından yürütülen ‘Darbe Girişimi Sonrası Çatışma Çözümü ve Demokrasi Fırsatları Projesi’nin bir parçası olarak Türkçe ve İngilizce olarak yayınladığım raporumun adı. 

Bu proje kapsamında Fuat Keyman ve Aysen Ataseven Bülent Aras, Pınar Akpınar ve Derya Berk, Senem Aydın Düzgit ve Evren Balta, Cuma Çiçek, Altay Atlı çok titiz ve güzel iş çıkartıp derinlemesine mülakatlar, çalıştaylar ve ikili görüşmelerle şekillenen çok sıkı, teknik, politize-popülarize olmayan raporlar hazırladılar.[i] 15 Temmuz sonrasında bir ‘hasar tespiti’ yapmak isteyenlere, devlet kurumlarının, sivil toplumun, Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK), dış politikamızın dönüşümünde ve Kürt meselesinde  şu anda neredeyiz anlamak isteyenlere dipnotta sunduğum bu raporlara bir göz atmalarını şiddetle tavsiye ediyorum.

Şimdi size yazdığım rapordan kısa bir özet sunmak isterim. Yazı uzun olacak diye şimdiden hatırlatayım. Kafanız dağınıksa naçizane tavsiyem şimdi okumanız yerine yazıyı bir hafta sonu okuması olarak düşünün ve sakin sakin okuyun.

 

Devletin retoriği ve gerçekliği

 

Öncelikle 15 Temmuz askeri kalkışması, devletin gerçekliği (bürokrasisine sızılabilecek kadar savunmasız bir devlet) ile devletin retoriği (devlet elitlerinin sürekli olarak tekrarladığı güçlü devlet söylemi) arasındaki farkı gözler önüne serdiğini görmek gerekiyor. 15 Temmuz, Fethullah Gülen'in denetimi altında/ilham vermesiyle, dini duygularla harekete geçmiş/yalancı-ütopist gizli bir ‘şebekenin’ uzun yıllar ve bir strateji takip ederek, özellikle güvenlik bürokrasisine sızma girişimini ortaya çıkardı. Bu durumda, Türkiye, 15 Temmuz sonrasında devleti ve devletin güvenlik kurumlarını yeniden inşa etme sorumluluğu ile karşı karşıya. Soru basit: Türkiye devlet aygıtını ve ürettiği gücü gasp etmeye yeltenen başka bir 15 Temmuz’a nasıl engel olabilir?

 

Sivil-Asker ilişkilerinde tekelci sivilleşme çözüm mü?

 

Görünen o ki Ankara’daki karar alıcılarımız 15 Temmuz yaşanmaması için askerin sivil kontrolünü daha etkin hale getirmek maksadıyla yapılması gereken şeyin benim tekelci sivilleşme dediğim gücün güçlü bir sivil-seçilmiş makamda (cumhurbaşkanlığı) toplanmasını önceliklendiren bir yaklaşım içinde. Şimdi sivil-askeri ilişkileri ve güvenlik sektörü bu yeni anlayışa göre yeniden inşa sürecinde. Ama bu yaklaşım güvenliğin demokratikleşmesini yani gücün sivil aktörler arasında dağıtımını en azından ilk aşamada içermiyor. Askeri elitlerin elindeki gücün sivil aktör olarak sadece seçimle gelen yürütmenin başındaki seçilmiş cumhurbaşkanına ve onun atadığı kabineye aktarılması anlamına gelen tekelci sivilleşme, ordunun seçilen sivil cumhurbaşkanı tekelindeki sivil bürokratik yapı tarafından çok sıkı bir şekilde sivil kontrol altına alınmasını amaçlıyor. Bakalım bu tekelci sivilleşme sivil-asker ilişkilerinin  demokratikleştirilmesi, hem Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) hem de yürütme üzerinde daha etkin bir denetleme-gözetim-dengeleme sistemi oluşturmak maksadıyla gücün seçilmiş cumhurbaşkanı ve kabinesi yanında diğer sivil aktörler olan parlamento ve komisyonları ile akademi, düşünce kuruluşları ve medya gibi aktörler arasında dağıtılmasını, bu sayede hem asker hem de yürütme üzerinde bir izleme-denetleme-dengeleme mekanizması kurmayı amaçlayan bir demokratikleşme hamlesine evrilecek mi? Bu sorunun cevabını sürecin sonuçlarını ya iyi ya da kötü şekilde hep birlikte tecrübe ederek göreceğiz.

 

Sivil-asker ilişkilerinde paradigma değişimi

 

Daha önce eş zamanlı askeri reformlar ve toplu tasfiyeler ile şekillenen 15 Temmuz sonrası ortamda, iki paradigma değişimi olduğunu vurgulamıştım.

- Bunlardan ilki, Türkiye'deki sivil-asker ilişkilerinin doğasında meydana gelen, askeri ile sivil dünyaların birbirinden bağımsızlaşarak askerin profesyonelleşmesine odaklanan Huntingtoncu yaklaşımdan, orduyu sivil topluma çapalayarak nihai durumda asker ile sivil  benzeşmesini amaçlayan Janowitzci yaklaşıma doğru yaşanan geçiş.

 

Ordu artık daha parçalı kimlikli

 

- İkinci değişim ise, TSK’nın kurumsal kimliğinde meydana gelen ve tek parçalı (monolitik) bir kimlikten, çok sayıda ve birbirinden nispeten bağımsız mikro kimliğin oluşturduğu çok parçalı (polilitik) bir kimlik yapısına geçiş ki aslında bu yazımın ana konusu çok hassas yönetilmesi gereken bu ikinci paradigma değişimi. Çünkü 15 Temmuz sonrasında sivil-seçilmiş cumhurbaşkanlığı makamının hızla güçlenmesi, Genelkurmay Başkanlığı makamının ve TSK içindeki etkisinin hızla zayıflamasından kaynaklanan güç değişimi nedeniyle TSK’nın kurumsal kimliğinin tek parçalı bir bütünden (monolitik) çok sayıda ama nispeten birbirlerinden bağımsız mikro kimliğin oluşturduğu çok parçalı (polilitik) dönüşümüne sahne oluyor.

Burada, özellikle TSK’nın yeni çok parçalı kimliği;

- Askeri elitlerin değişime yönelik tutumları,

- Askeri elitlerin dünya görüşleri, siyasi eğilimleri ve küreseli okuma şekilleri,

- Kuvvet komutanlıklarının değişime yönelikleri tutumları,

- ‘Üst subaylar’ ve ‘genç subaylar’ arasındaki kuşak çatışması,

 - TSK içindeki rütbe, statü, imtiyaz çatışmaları  kategorilerine sunulan aktör tipleri ile açıklanabilir. Yeni dönemde TSK içindeki tek parçalıdan çok parçalıya doğru gelişen bu kimlik dönüşümünün hassas yönetimi önem kazanıyor. Bu konuyu birazdan açacağım.

 

15 Temmuz sonrasındaki risk faktörleri

 

Ama önce 15 Temmuz sonrasında devlet kurumları, Türkiye'deki sivil-asker ilişkileri ve TSK’nın kurumsal kimliğinin dönüşümü kapsamında karşılaşılan risk faktörlerini hemen sıralayayım:

-  Sivil-asker ilişkilerinin giderek "Seçilmiş cumhurbaşkanlığı ile ordu arasındaki ilişkilere" daralması, sivil aktörler arasında seçilmiş cumhurbaşkanlığı makamının (özellikle referandum sonrasında) diğer sivil aktörlere kıyasla güç kazanmasından, askeri boyutta Genelkurmay Başkanlığı makamının hem TSK içinde hem de sivil muhatapları nezdinde gücünün zayıflamasından kaynaklanan güç transferinin yönetilmesi,

- Türkiye’de güvenlik konularında ve TSK’nın dönüşümüne odaklanan sivil entelektüel sermayenin çok düşük seviyede olması, askerlerin sivil yetersizliğini küçümsemesi, sivilin ‘askeri uzmanlığa’ hürmet etmemesi,

- TSK’nın giderek toplumdaki muhafazakâr kesim ile laik kesim arasındaki popüler, magazinsel ve siyasi tartışmaların merkezine kayması, bu nedenle teknik-akademik düzeyde yürümesi gereken tartışmaların hemen politize olması, bu politizasyonun TSK personelinin kuruma olan “örgütsel bağlılıklarına” olumsuz etkileri,

- 15 Temmuz sonrasında sivil-asker ilişkilerinin doğasını ve karakteristiklerini etkileyen askeri reformların gerekçeleri, niteliği, kapsamı ve yapılış hızı hakkında sivil elitler ile askeri elitleri arasındaki görüş farklılıkları;

- TSK içinde; değişim konusundaki tutumları açısından simbiyont, pragmatist ve reform yanlısı elitler, dünya görüşleri açısından Mukaddesatçılar, Ulusalcılar, Atlantikçiler ve Avrasyacılar arasındaki güç ilişkilerinin, kuvvet komutanlıkları arasındaki dönüşümün niteliği ve kapsamı konusundaki yaklaşım farklılıkların, üst subaylar ile genç subaylar arasındaki kuşak çatışmasının ve son olarak TSK içindeki rütbe personel arasındaki statü, imtiyaz ve hak farklılıklarının yönetilmesi için doğru personel temin ve yönetimi politikalarının belirlenmesi,

- TSK’nın yeni kurumsal kimliği ve stratejik kültürü, güvenlik bürokrasisi içinde dini ve milliyetçi referansların görünürlüğü, laiklik, ordunun dönüşümünün niteliği, kapsamı ve ideolojik arka planı, ABD yanlısı/ABD karşıtı duruş, NATO yanlısı/NATO karşıtı duruş gibi konularda farklılaşan dünya görüşlerine sahip askeri elitlerin kendi aralarındaki güç ilişkilerinin yönetimi,

 

TSK içinde çoklu (polilitik) kimliğe geçiş süreci

 

15 Temmuz sonrasında emekli askerlerle yaptığım derinlemesine görüşmeler ve mesleki tecrübem ışığında TSK içindeki çoklu (polilitik) kimliğe geçiş; askeri elitlerin değişime karşı tutumları açısından farklılıkları, dünya görüşleri-siyasi eğilimleri açısından farklılıkları, kuvvet komutanlıkları arası farklılıklar, üst subaylar ile genç subaylar arasındaki kuşak çatışması ve TSK içinde rütbe, statü ve imtiyaz çatışmaları gibi gösteren beş temel kategoride incelenebilir.  

Değişime karşı tutumları açısından askeri elitler üç kategoriye ayrılabilir.

Simbiyontlar: TSK ile tek taraflı (asalak) ilişki kuran, her zaman statüko yanlısı ve değişim karşıtı bir tutum  içinde olan askeri elitler.

Pragmatistler: Öncelikle kendi şahsi kariyerlerine odaklanan ve değişim konusundaki pozisyonunu bu önceliklendirme ışığında belirleyen fırsatçı askeri elitler.

Reformcular: TSK’nın mevcut durumundan hoşnut olmayan, TSK'nın "başka bir şeye" dönüşmesini isteyen askeri elitler. Bu kategoride iki farklı tip vardır:

TSK’nın Türkiye Cumhuriyetinin ilk kurulduğu yıllarındaki fabrika ayarlarına dönmesi gerektiğini savunan öze dönüşçü reformcular ve TSK’nın mevcut küresel güvenlik ortamının gereksinimleri ışığında daha teknik (dolayısı ile daha az ideolojik) bir dönüşüme ihtiyacı olduğunu savunan ilerlemeci reformcular.

Bu tipolojileri bir örnekle anlatmak mümkündür. Söz gelimi 22 Şubat 2017’de Milli Savunma Bakanlığında yapılan bir düzenleme ile TSK’da görev yapan kadın subaylara yönelik baş örtüsü yasağının kaldırılmasını düşünelim. Simbiyontlar bu düzenlemeye ‘eski köye yeni adet getireceği ve kendilerine yeni sorunlar çıkaracağı’ gerekçeleri ile statükocu bir tutumla karşı çıkarken, şahsi kariyerini önceliklendiren pragmatistler için ‘amirlerinin’ ve terfi-tayinlerinde etkileri artan sivil seçilmişlerin konu hakkındaki pozisyonları önemlidir. Pragmatist şahsi kariyerine en çok faydayı getirecek şekilde bu düzenlemeye karşı çıkabilir veya kabullenebilir. Düzenlemenin laiklik gibi Cumhuriyetin kurucu bir değeri ile çakıştığını ve sert-laik bir kurum olan TSK’da bu düzenlemenin sorun yaratacağını düşünen öze dönüşçü dönüşümcü bu düzenlemeye şiddetle karşı çıkarken, ilerlemeci dönüşümcüler kadın subayların baş örtülü olup olmadıklarından önce liyakatli olup olmadıklarına yoğunlaşarak tartışmaya daha teknik bir açıdan yaklaşır. Veya İmam-Hatip Liselerinden mezun olan gençlerin subay olmasına dair tartışmada bu düzenlemeye "ideal subay tipi"nden sapmak demek olduğu için özü dönüşçü dönüşümcüler karşı çıkarken, ilerlemeci dönüşümcüler için mesele teknik bir meseledir. İlerlemeci dönüşümcüler, bir maliyet-fayda analizi yapacaklardır. Analize göre toplumsal değişim ihtiyacı mevcut sisteme bağlı kalma ihtiyacına üstün gelirse İmam-Hatip Lisesi mezunlarının subay ve astsubay olmalarına izin verme taraftarı olacaklardır.  Simbiyontlar bu tartışmaya genelde ‘bana daha fazla iş çıkar mı?’ penceresinden yaklaşıp ilgisiz kalır. Pragmatistler, siyasetin ve amirlerinin eğilim ve kanaatlerine göre  kişisel kariyerlerine en çok faydayı sağlayacak şekilde bu düzenlemenin lehinde ya da aleyhinde gibi görünebilir.

Dünya görüşleri, küreseli okuma farklılıkları ve siyasi eğilimlerine göre askeri elitleri etkileyen temel yaklaşımları aşağıdaki gibi sınıflandırmak mümkündür:

 

Milliyetçi

Küreselci

Sağcı

Mukaddesatçılık

 

Atlantikçilik

Solcu

Ulusalcılık

Avrasyacılık

 

Tablo 1. TSK içindeki Hâkim Siyasi Eğilimler

 

Genelde TSK içindeki mukaddesatçıların yabancı dil bilgisi ya da geçici (6 ay) veya daimi (2 yıl veya üstü) yurtdışı eğitim/görev tecrübesi bulunmamaktadır. Mukaddesatçılar küresel güvenlik ortamındaki değişimleri  milliyetçi, izolasyonist ve korumacı reflesklerle okuma eğiliminde olup genelde uluslararası sistem ve dünyadaki güvenlik ortamında meydana gelen gelişmelerle ilgilenmezler. Dindarlıklarını TSK içinde görünür kılmaktan rahatsız olmayan (ki bu yöneliş 15 Temmuz sonrasında artmıştır) mukaddesatçılar genelde statüko yanlısı, sisteme tepkili ve pragmatiktirler. Dünyaya yaklaşımları çoğunlukla Yeni-Osmanlıcı ya da dini/milliyetçi bir bakış açısından olmakla birlikte, diğer askeri elit tiplerine kıyasla akademik altyapıdan yoksundurlar.

Atlantikçiler tipik olarak NATO ve ABD yanlısı bir anlayışa sahip, akademik eğitim düzeyi yüksek, yabancı dil bilgisi iyi ve en az bir yıl yurt dışı görevi yapmış kişilerdir. Atlantikçiler için düşünüş ve iş tutuş tarzları açısından NATO ve ABD ordusu TSK’nın ulaşması gereken ‘ideal tip’tir. TSK'yı aynı zamanda, ABD’nin başını çektiği Batı güvenlik ortamının önemli bir parçası olarak görmektedirler. Atlantikçilere göre, TSK geleneksel olarak yerleşmiş NATO merkezli jeostratejik yönelimlerini ön plana çıkararak Batı Savunma Bloğunun önemli orduları arasında yer almalıdır.

Ulusalcılar, mukaddesatçıların aksine, Türkiye Cumhuriyeti'nin 1923 yılında kurulmasından önceki dönemi karanlık çağ olarak görseler de, mukaddesatçılar gibi yabancı dil bilgisi ve uluslararası deneyim konularında pek yeterlilik sahibi değillerdir. Bu nedenle bu tür, Türkiye'nin sınırları dışında olan her şeye şüpheyle yaklaşır ve çoğu zaman katı bir Kemalist tavırla solcu ve laikliğe sadık bir ideolojik konum üzerinden tepkili/milliyetçi bir tutuma meyillidir. Ulusalcılar, pragmatik eğilimler göstermenin yanı sıra, TSK'nın geleneksel kurumsal kimliğinin korunması ve statükonun devamı konusunda hassastır.

Avrasyacılar, Atlantikçiler gibi, yabancı dile hâkim, iyi bir eğitim almış ve en az bir yıl süren yurt dışı görevi yapmış sert-laik duruşları olan, sol eğilimli elit tipidir. Ancak Avrasyacılar Atlantikçilerin aksine, daha bağımsızlıkçı ve ABD karşıtıdır. Ancak bazıları solcu düşüncelerinden dolayı Rusya yanlısı bir tavır sergilemektedir. TSK'nın küresel güvenlik ortamında daha bağımsız olması gerektiği görüşünü savunmaktadırlar ve ulusalcılar kadar NATO karşıtıdırlar. Batı savunma bloğunun giderek zayıfladığı tezini benimseyen Avrasyacılar, dünyada jeopolitiğin merkezinin doğuya doğru kaydığına dair güçlü bir inanç taşımaktadırlar. Avrasyacılar daha eğitimli oldukları için küreseli okumada ulusalcılar kadar renk körü değillerdir.

Bir not olarak yukarıdaki tiplerin gerçek hayatta kesin çizgilerle birbirinden ayrılmasının ve askeri elitlerin dünya görüşleri, küreseli okuma farklılıkları ve siyasi eğilimleri açısından tek bir yaklaşımla açıklamanın güç olduğunu vurgulamak gerekir. Yukarıdaki ‘ideal tipler’ temel açıklayıcı yaklaşımlar olup gerçek şartlarda aralarındaki geçişlere dikkat etmek gerekir. Örneğin sağcı-milliyetçi bir ailede yetişmiş, bu nedenle oruç tutan ama askeri kariyeri esnasında Avrasyacı yaklaşıma kaymış askeri elit olduğu kadar, Cuma namazlarına giden ve mesaide tespih kullanan bir Ulusalcı elit veya milliyetçi ancak TSK’nın yönelimleri konusunda NATO ve ABD yanlısı bir duruşu olan Atlantikçi bir askeri elit de olabilir.

Genelkurmay Başkanlığından Milli Savunma Bakanlığına bağlanan kuvvet komutanlıklarının da kendine has düşünüş ve iş tutuş tarzları ile TSK içindeki etkileri artmaktadır. Kuvvet komutanlıkları arasındaki farklılaşmaya göre;

- Kara Kuvvetleri Komutanlığı: TSK personelinin yaklaşık %60’nı oluşturan Kara Kuvvetleri K.lığının başta Genelkurmay Başkanlığı olmak üzere hem müşterek karargahlarda hem de kritik yurt dışı görevlerde geleneksel ağırlığı vardır. Geleneksel olarak TSK’nın klasik-Alman ekolü bir kara gücü ordusu gerçeğinden hareketle yeni dönemde Kara Kuvvetleri personeli geçmişte TSK içindeki bu ağırlığını muhafaza etmeye çalışan ‘korumacı’ ve değişim karşıtı bir tavır içindedir. Kara kuvvetleri personeline göre karacılar TSK’nın asıl yükünü çeken ana kütlesidir. Terörle mücadele ve yurt dışı görevlerden dolayı işi hep zor ve yıpratıcıdır. Karacılara göre Kara Kuvvetleri K.lığı perosneli kışla ve lojman altyapısındaki yetersizlik ömrünü tüketir, özlük hakları görevin gerektirdiği kadardır, bitmeyen mesailerden ve denetlemelerden aile yaşantısı yoktur. Bu kadar yükün bir sonucu olarak TSK’da söz sahibi Kara Kuvvetleri K.lığı olmalıdır.   

- Hava Kuvvetleri Komutanlığı: TSK personelinin yaklaşık %20’ni oluşturan Hava Kuvvetleri K.lığına TSK içinde teknoloji odaklı dönüşümün lokomotifi dense abartılı olmaz. Hava Kuvvetleri Komutanlığı başta F-35, yüksek irtifa hava ve füze savunma sistemleri, silahlı İHA gibi sofistike projelerle havacılık ve uzay alanında büyük atılımlar yapma ve yeni dönemde TSK’nın esas kuvvet komutanlığı olma çabası içindedir. Hava Kuvvetleri K.lığına göre TSK’da değişim kendi üzerinden gerçekleşmelidir. (Hava kuvvetleri personeline göre; Hava kuvvetleri K.lığı TSK’nın teknolojik ve elit gücüdür. Sahadaki yıpranmadan etkilenmez, sıkı protokol ve kontrol formları ile hayatı geçer. Hava Kuvvetleri personelinin işi temizdir, füze tehdidi hariç çatışmanın şiddetini kokpitte ve hava harekat merkezlerinde pek hissetmez. Kışladan önce lojmanını yapar, personele değer önceliklidir. Silahının gücü ve mühimmatın maliyeti, işini bir kerede bitirmesine ve sahadakilerin takdirini kazanmasına yeter. İş fazla yıpratmaz ve işinin devamı sivil sektörde daha da caziptir. Hava kuvvetlerinin pilot ihtiyacı, istifasında çok belirleyici değildir. Özlük hakları tam alınır ve aile ile birlikte yaşanır. Diğer kuvvetlerle çok fazla karışmadan, müşterekliği aramadan işini yapmak ister.

- Deniz Kuvvetleri Komutanlığı: TSK personelinin %17’ni oluşturan Deniz Kuvvet Komutanlığı küresel deniz ticaret yollarının artan önemi ve Türkiye’nin önce bölgesel sonra da küresel bir deniz gücü olması gerektiği tezi ile gelecekte TSK’nın esas kuvvetinin kendisinin olması ve değişimin kendi üzerinden gerçeklemesi  gerektiği iddiasındadır. Deniz kuvvetleri personeline göre; Deniz Kuvvetleri K.lığı TSK.nın ikinci planında kalmıştır. Türkiye için, Akdeniz sorun alanı, Ege hassas kriz alanı, Karadeniz ise potansiyel harp alanıdır ama Türkiye’de kimse bunu anlamamaktadır. Denizcilere göre bir gün Türkiye denizde savaşmak kaldığında o zaman Türkiye denizciliğin gerçek değerlerini geç de olsa anlayacaktır. Yine denizcilere göre; denizdeki görevin zorluğunu ve gemiden kaçacak yerinin olmadığını kimse anlamaz. Denizcilerin görevler aylar sürer, kışla dediğin sınırsız su içindeki demir yığınıdır. O demir yığını içindeki katı sevk ve idare sinirleri çelik gibi yapar ve bozar yıllar içinde. Denizcilerin her limanda bir bekleyeni var denir ama ailesini bile göremez. Uluslararası tecrübesi iyidir ve beyaz kıyafetleri içinde bir aristokrat olması üzerine eğitilir ve yaşar.

Özellikle TSK’nın yeniden teşkilatlanması, askeri eğitim sistemi, mevcut ve gelecekteki tehdit algılamaları ve Türkiye’nin bölgesel/küresel vizyonu ışığında kuvvet yapılanması, kara-deniz-hava işbirliğini esas alan ‘müşterekliğin’ sağlanmasına bağlıdır. Ancak ne yazık ki 15 Temmuz sonrasındaki askeri reform tartışmalarında her bir kuvvet komutanlığının ‘müştereklik’ kavramından farklı şeyler anladığı, Kara Kuvvetleri K.lığının TSK içindeki mevcut ayrıcalıklarını muhafaza etmeye çalışırken, Deniz ve Hava Kuvvetleri K.lıklarının bu ayrıcalıkları sona erdirip gelecekte TSK’nın esas kuvveti haline gelme çabasında içinde oldukları gözlenmektedir. Bu da hali ile TSK içinde yönetilmesi gereken bir çatışma alanıdır.

Yine yazarın TSK’nın bir güvenlik aktörü, sosyal bir kurum ve subaylığın meslek olarak dönüşümünü incelediği doktora çalışmasının bulguları ışığında Kara Kuvvetleri mensubu subayları TSK içindeki kurumsal dönüşümde ‘nitelikli komuta kademesine’ vurgu yaparken denizci subaylar ‘nitelikli icracı personele’ havacı subayların ise ‘teknolojiye’ öncelikli vurgu yapması dikkat çekicidir. Bu bulgular ışığında her bir kuvvetin TSK’nın dönüşümünden farklı şeyler anladığını söylemek mümkündür. Bu farklılaşma da Milli Savunma Bakanlığı için kuvvetler arası bir ‘uyumlulaştırma’ sorunun varlığına işaret etmektedir.

Ayrıca doktora çalışmalarım esnasında görevde rütbe ve kuvvet dağılımı açısından temsili bir subay kitlesi ile yaptığı anket çalışmaları ve 100’e yakın subayla yaptığı derinlemesine mülakatlarında elde ettiğim önemli bulgulardan biri de general, albay ve yarbayların oluşturduğu ‘üst subay’ kitlesi ile binbaşı, yüzbaşı, üsteğmen ve teğmenlerin oluşturduğu ‘genç subay’ kitlesi arasında subaylık mesleğinin değerleri, askerlik ve TSK’nın kurumsal yapısı hakkındaki düşünce farklılıkları. Kısaca, TSK’nın ‘üst subaylarının’ kafalarındaki işletim sistemi ‘genç subayların’ kafalarındaki işletim sistemi farklı çalışmakta.

Üst subaylar (General, albay, yarbay):

TSK’daki üst subaylar genelde ‘İdealist subay’ tipinde olup, laiklik hassasiyeti nispeten yüksek, ‘devre ruhu’ gibi kollektif değerleri önemseyen, elitist, mutlak itaate önem veren, şahsi kariyerinden ziyade TSK’nın kurumsal kişiliğini önemseyen, subaylık tercihleri nispeten ailelerinin kararı neticesinde şekillenmiş, merkez-sol perspektiften dünyaya bakan subaylardır.

Genç subaylar (Binbaşı, yüzbaşı, Üsteğmen ve Teğmen):

TSK’daki genç subaylar (özellikle üniversite mezunu sözleşmeli subaylar) genelde ‘memur subay’ tipinde olup, laiklik hassasiyeti nispeten düşük, kollektif değerlerden ziyade bireysel kariyerini önemseyen, ailevi geçim ve uzun dönemli yatırım kaygısı taşıyan, kendi gelişimini TSK’nın kurumsal kişiliğinin önüne koyan, subaylık tercihleri nispeten kendi bilinçli tercihleri olan, merkez-sağ perspektiften dünyaya bakmakta.

15 Temmuz sonrasındaki süreçte TSK’nın kurumsal dönüşümü tartışmalarında ‘üst subaylar’ ile ‘genç subaylar’ arasındaki kuşak çatışmasının var olduğu gerçeği önem kazanmaktadır. Özellikle 2000 ve sonrasında doğan Z neslinin[ii] de teğmen rütbesini takmasından sonra önümüzdeki yıllarda TSK içinde askerliğe ve subaylık mesleğine bakışları farklı, TSK ile kurduğu ilişki birbiri ile benzeşmeyen ve hayatı faklı algılayan ‘Z Nesli Teğmenler/Üsteğmenler’, ‘Genç Subaylar’ ve ‘Üst subaylar’ şeklinde 3 farklı kuşağın çatışma alanı olacağı unutulmamalıdır. Ayrıca sözleşmeli subayların da kurumsal aidiyete yönelik ciddi problemleri olduğu ve genç subaylar arasında bu problemlerden kaynaklanan bölünmenin üst subay-genç subay ayrımı kadar önemli olduğunu hatırlamak gerekiyor.

 

TSK içindeki rütbe, imtiyaz ve statü çatışmalarına göre;

 

15 Temmuz sonrası dönemde zaten toplu tasfiyelerle azalmış rütbeli personel kadroları ile ilgili politika değişiklikleri TSK’da görev yapan rütbeli personelin moral ve motivasyonu ile personel temin politikaları açısından önem arz etmektedir. Subaylar arasında kurmay subay-sınıf subayı ayırımı, yine subaylar arasında harp okulu mezunu subay-sivil üniversite mezunu sözleşmeli subay ayırımı, astsubayların özlük hakları ve TSK içindeki statülerine yönelik hak talepleri, sözleşmeli uzmanlık sistemi ile sözleşmeli er sisteminin arasında yaşanan uyum problemi, profesyonelleşme yolundaki en önemli adımlardan olan sözleşmeli er kadrolarının bir türlü  istenen seviyeye çıkartılamamış olması TSK içindeki rütbe, imtiyaz ve statü çatışmalarına örneklerdir. Bu çatışmalar doğru personel temin ve yönetimi politikaları ile hassas şekilde yönetilebilmelidir.

Kısaca TSK içindeki elitlerin yukarıda sunulan;

Sonuç olarak, 15 Temmuz sonrası ortamda Türkiye'nin yapması gereken, 15 Temmuz gibi başka bir gasp girişimi ile karşılaşmamak üzere etkili denetleme, dengeleme ve gözetim mekanizmaları oluşturarak devletin gücünün yürütme, yasama ve sivil toplum arasında dağıtılması demek olan "güvenliği demokratikleştirmek"tir. Sivil elitlerin izlediği yolun ise bunun tam tersi olarak "devletin aşırı derecede güvenlikleştirilmesi" veya başka bir deyişle, iktidarın önce askeri elitlerden sivil elitlere aktarılması, sonra da katı sivil kontrolü hedefiyle devlet aygıtını güvenlikleştirmek için tekelci sivilleşme olduğu görülmekte. Dolayısıyla günün sonunda eldeki soru şudur: Tüm yumurtaları aynı sepete koyduğumuz sürece (en azından şimdilik ama ileride???) o sepete "askeri" ya da "sivil" adını vermek gerçekte bir şey ifade eder mi? Belki de doğrusu yumurtaları birden fazla sepete dağıtarak koymak. Dediğim gibi: bu soruyu cevaplamak için sivil-asker ilişkilerinde şu anda yaşadığımız tekelci sivilleşmenin, otomatik bir süreçle, kendiliğinden demokratikleşmeye evrilip evrilmeyeceği görmek gerekecek.


[ii] Teknolojiyi çok önemseyen, internet sayesinde sosyalleşebilen, çabuk tüketen, çabuk sıkılan, ne istemediğini çok iyi bilen ne istediği konusunda kafası karışık, çoklu-fonksiyon (multi-tasking) yeteneği olan Z neslinden gelen subay adayları TSK içindeki subaylık mesleğinin karakteristiklerini kökünden değiştirecektir.